TUĞRUL
ERYILMAZ

68’den Bugüne,
Gazetecilikten Müziğe
Rengârenk Bir Hayat

26 MART 2021

Sivri dilli olduğu doğru ama kendisine karşı da öyle. İçinde yer aldığı 68 kuşağını sevgiyle anarken “ama bugün utandığım şeyler de var” demekten hiç gocunmuyor. Özellikle basın tarihinde şimdiden bir efsane olmuş Radikal gazetesi deneyimiyle gazetecilikte bir ekol ama mevcut sistemde bu mesleğin ve dolayısıyla kendisinin nereye kadar gidebileceğini çok iyi biliyor. Hem hayallerinden hiç vazgeçmeyen, hem de gerçeğin toprağına sıkı sıkıya basan biri o. Sözün özü her renk var onda; tek bir tanıma, tek bir renge sığmaz, sığdırılamaz. Sığdırmaya çalışan olursa, kutunun içinden bir “nanik” figürü gibi fırlar! Kendi deyimiyle “Bütün dünyaya ve bütün renklere açık” Tuğrul Eryılmaz, rengârenk hayatını anlattı…

Söyleşi: AYŞEGÜL DOĞAN

Amed’den Smyrna’ya uzanan çocukluk

Çocukluğumdan başlayalım. Bana sorarlar hep: İzmirli misin, Diyarbakırlı mı, Dersimli mi, Alevi mi, Sünni mi? Hepsi var bende. İstanbul doğumluyum, ama ilkokulu Diyarbakır’da okudum. İlk ergenliğim, çocuklukla ergenlik arası kötü zamanlarım orada geçti. Sonra, ortaokul ve lisede, güzel zamanlarımda İzmir’deydim. Ankara’da devrimci oldum. Bunların hepsinde, (Amed diyeyim de Diyarbakırlıların hoşuna gitsin ☺) Amed’de, Smyrna’da ve Ankara’da öğrendiğim çok şey vardır ama Londra’nın yeri başkadır. Ona sonra geliriz.

Annem Samsunlu Sünni, babam Dersimli Alevi. Birbirlerini sevince kaçmışlar, bunları öldürmesinler diye. Fakat babam “Aleviyiz ama Kürt değiliz” iddiasındaydı. Benim en büyük şansım ailedeki bu çeşitliliktir. Annemle babamın kavgaları çok eğlenceliydi mesela. Birbirlerine çok kızdıkları zaman annem “Kızılbaş” derdi babama, babam da ona “Muaviye dölü!” Biraz aklım erdiğinde anneme derdim ki, “Anne, adama Kızılbaş diyorsun ama altı tane çocuk doğurmuşsun.” “O başka, bu başka” derdi.

Diyarbakır Sur’da havuzlu bir evde büyüdüm. Diyarbakır Tekel Fabrikası’nda çalışıyordu babam. Annem depresyonda, “Allahım, yine Kürtlerin ortasında kaldık” diye. Bir taş ev –ki ben bir daha öyle ev görmedim- bir giriyorsun, her şey taş ve ortada havuz. Öyle iki tane evimiz oldu. Çok güzeldi Sur. Tam karşımızda da tarihçi Sedat Bingöl’ün ailesi otururdu, ev hâlâ vardı son gittiğimde. Sedat sınıf arkadaşımdı benim, Bingöl Garajı’nın sahibinin oğluydu. Annem onlarla görüşmeme izin verirdi, çünkü onlar zengindi. Bir de evlerinde çok az Kürtçe konuşulurdu. Şimdi bunları hatırlamak eğlenceli ama o zaman eğlenceli miydi, bilmiyorum.

Diyarbakır’da Kürtçe konusunda hiç zorlanmadım. Bizim olduğumuz ortamlarda insanlar Kürtçe konuşuyorlardı, ama ben de bütün arkadaşlarımla gayet rahat Türkçe konuşabiliyordum. Bu yüzden belki, Kürtçe öğrenme ihtiyacı hissetmedim. Arkadaşlarımın evine gittiğim zaman içeriden Kürtçe konuşmalar duyuyordum ama merak da etmezdim, bu nedir ne değildir diye. Öyle bir şey yoktu kafamızda.

Sonra İzmir’e geldik. Ortaokula İzmir’de başladım. Güzel anılarım vardır. Mesela küçükken İzmir Fuarı’na giderdik. Sonradan sayıp seveceğim kişileri ilk defa İzmir Fuarı’nda dinledim ben. Müthişti İzmir Fuarı. Dünyaca tanınmış Enrico Macias, Salvatore Adamo gelirdi, bayılırdık. Sibel Gazinosu vardı; öğleden sonraları babam annemle beni bırakır, sonra gelip alırdı. Öğleden sonra matinesine giderdik. Kadınlar matinesi değildi ama ağırlıklı olarak kadınlar olurdu. O zaman liseye gidiyordum. 15-16 yaşlarındayım. Orada alkolsüz şeyler içerdik, annem zaten içki içmezdi. Babam ise her gece rakısını içen bir adamdı. Zaten kavgalar da hep bu yüzden çıkardı. Basmane’nin pavyonları çok ünlüdür İzmir’de, babam hep oralarda içerdi. Annem sinirle bekler, gelince de kıyameti koparırdı. Seslerini duyardım ama fiziksel şiddet hiç görmedik; sözel şiddet olurdu ama o da karşılıklı. Hatırlayacağım kadar vahim şeyler yok. Canım babacığım, eve kafası iyi geldiğinde bize para dağıtır, annemi çıldırtırdı; ertesi sabah da “Verin lan paraları” derdi.

“Türkiye’den ne zaman kaçacağını en erken sen öğrendin”

12 Mart’ta gençtim artık ama 27 Mayıs’ı da hatırlıyorum, ortaokuldaydım. İzmir’de insanların bir kısmı camlarını kapatıp sokağa çıkmazken, bir kısmı sokağa çıkıp göbek atmış, davul zurnayla eğlenmişlerdi… Darbe olmuş yahu, ama bilemiyor ki insanlar. Aslında 12 Mart’ın baskı dönemi çok daha öncesinden başladı; 12 Mart’ta işin adını koydular sadece ve her şey darmaduman oldu.

Ben 12 Mart’ın olduğu gün, Londra’da arkadaşlarımla oturuyordum. Bazıları dalga geçer benimle; “Türkiye’den ne zaman kaçacağını en erken sen öğrendin” diye. Tabii tesadüfen öyle oldu. Londra’ya gitmiştim, birkaç ay sonra ülkede kıyamet koptu; Kızıldere, 12 Mart, hepsi arka arkaya geldi. Böyle sakin anlatıyorum ama o kadar korkunç bir şeydi ki... Elin memleketindesin ve birdenbire gazete manşetlerinde “Türkiye’de öldürülenler” diye bir haber… Neye uğradığını şaşırıyorsun. Hemen koşup bir gazete alıyorsun; Hüseyin Cevahir ve Mahir Çayan’ın Maltepe’de vurulduğunu, birinin öldürüldüğünü, diğerinin yaralandığını öğreniyorsun. Korkunç şeyler. Bunları hatırlamak bile istemiyor insan.

Bu insanlar hükümete ve toplumun çoğunluğuna göre anarşistti, hatta “anarşik” diyorlardı o zamanlar. Bizim egemenlerimiz çok geridir aslında, yöneticiler filan da “anarşik” diyordu. Bu da insanın ağırına gidiyor, “Bu kadar salak iktidarlar bizi nasıl yendi” diye ben hâlâ düşünürüm.

O zaman düşünmüyorduk tabii bunları. Öyle yürüyorduk yolumuzda. Genç olmak çok güzel bir şey, aklına hiç kötü bir şey gelmiyor insanın. “Benim bir katkım olacaksa yapayım” diyorsun bir anda. Ölümden korkmamak hem çok güzel hem de çok tehlikeli bir şey.

Al sana bir örnek… Hüseyin Cevahir’i kaçırmışız, saklıyoruz. Cevahir perişan, ne yapacak? Aldım onu, nasılsa bizi tanımazlar diye Çeşme’ye götürdüm. ‘69 sonu mu, ‘70 başı mı, ben daha Londra’ya gitmemişim. Gittik bir otel bulduk orada. Cevahir’le aynı odada kalıyoruz. “Kimse bizi tanımaz, gidip bir rakı balık yapalım” dedim. Gittik, bir baktık, arkadan birisi bağırıyor, “Hüseyin, Tuğrul!” diye. Çok gizliyiz güya, çok akıllıyız, polis bizi yakalayamayacak… Daha ilk günden polise değil ama tanıdıklara yakalandık. Çeşmeli bir arkadaşım, otelleri de vardı, “Gelin benim otelde kalın” dedi, “Yok, bari senin başını derde sokmayalım” dedik. Ama korkmadık vallahi, bir gün daha kaldık. İnsan gençken bambaşka görüyor olayları; oyun demek hoşuma gitmiyor, oyun değildi çünkü, ama işte fıkır fıkır yaşlarındasın, her şeyden bir keyif çıkarmayı biliyorsun. Karşındakiler istediği kadar kötü olsun.

“Behice Boran bizi affetsin”

Ama çok günahımız da var tabii. Mülkiye’de öğrenciyken hepimiz DEV-GENÇ’liydik. Bak, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde yapıyoruz bu söyleşiyi, bu anlamlı günde şunu da söylemeliyim. Hayatımdaki en büyük acı şudur: Bizim gibi iyi insanlar, (evet, bir yandan hâlâ iyi insanlar olduğumuzu düşünüyorum) Behice Boran gibi bir kadına bir konferansta “sen oportünistsin” diye bağırıp tempo tuttuk; bu beni hâlâ kahreder utançtan. Allahım bu nasıl bir şey, bunu nasıl yaptık biz? O zaman TİP’in başında Behice Boran, biz de TİP’i beğenmiyoruz. Abuk sabuk bir Moskova çizgisi-Pekin çizgisi ayrımı var; Milli Demokratik Devrim-Sosyalist Devrim ayrımı var… Fakat kardeşim, sen kimsin ki bunu diyorsun? Behice Boran’ın yıllarca ödemediği bedel kalmamış. Biz 20-21 yaşında oğlanlar kızlar, o kadına “oportünist” diye bağırıyoruz. Behice Hanım kaplan gibi bir kadındı. Biz o kadar kıyamet koparırken gelip konferans verirdi okulda. Yanlış anlaşılmasın, kimseye had bildirmek istemiyorum, sadece kendi adıma şimdi anladığımı söylüyorum.

Bazen benimle dalga geçerler, “Sen iyice kafayı yedin” diye. Ulan, derim ben de, ben bu memleketin kahrını 75 senedir çekiyorum, bırakın da biraz kafayı yemiş olayım! İşte Behice Hanım, kim bilir neler çekti, hapislerde, o güzel yürüyüşüyle, hiç boyun eğmeden...

Yukarıda bir yerden duyuyorsa beni affetsin diyeceğim, çünkü benim için vicdan azabıdır o. İşte böyle tuhaf şeyler yaşadık, hem iyi hem de kötü şeyler…

“Kurtuluş kadınlarda”

Madem 8 Mart’tan, Behice Boran’dan söz ettik, kadınlardan devam edeyim. Şu anda görüyorum ki, kadınlar her şeyi değiştirme gücüne sahipler. Çok güzel bir cümle vardı, arkadaşım söylemişti, “Oğlunla, herifinle övünme, tez mahcup olursun”, kadınlar bu çok önemli gerçeği öğrendi. Yani erkeklere “hayır” diyerek var olabileceğini kadınlar artık biliyor ve bu sadece kadınların değil, hepimizin kurtuluşu.

Ben meslek hayatımda kadınlarla çok fazla çalıştım. Öyle çok feminist olduğumdan değil, yanlış anlaşılmasın, çalışmak istediğim için çalıştım. Bu konuda Ercan Arıklı da çok iyiydi, parlak kadınlarla çalışırdı. Ben de ana akım medyada kadınlarla çalışmayı seçtim, çünkü kadınlar son derece çalışkanlar ve kafaları bu işe çok iyi basıyor. Erkek kısmı çok numaracıdır. Ben de ayak kaydırma işleri yapmışımdır. Ama bu, iyi kadın gazetecilerde çok azdır. Arkama bakıyorum şimdi, iyi gazetecilerin neredeyse hepsi kadın. Say say bitmez… Kadınlar çalışkan, işi kolaylaştırıyorlar ve hiç kompleksleri yok. Bir yandan da utanç verici tabii, neredeyse yarısı kadın olan medyada doğru düzgün kadın yönetici olmaması son derece acıtıcı. LGBTİ+’yı falan saymıyorum bile… Bu utanç verici Türkiye için, bununla dalga geçemiyorum. Eve gidince bak, hangi gazetenin künyesinde kaç kadın var diye, şok geçireceksin. Eskiden de böyleydi ama şimdi çok arttı, tamamen delirdiler.

Şu anda ülkede zaten her şey kötü gidiyor; kadınlar öldürülüyor, pandemi kötü yönetiliyor, Kürt meselesi kötü, demokrasi meselesi hâlâ çözülemedi… Ve bütün bu kötü tablo içinde yine de en coşkulu, en umut veren şey kadınlar. Çünkü orada bir direniş var, bunu açıkça görüyorsun. “Sen beni durduramayacaksın” diyor kadın, “her kimsen; iktidar, polis, koca, sevgili, her kimsen, istediğini yap ama yine de beni durduramayacaksın.” Ve bu dalga dalga bütün topluma yayılan bir şey. Sadece kadınlarla sınırlı kalmıyor, kadınlardan hepimize geçiyor. Yani kadınlar, kendi aralarında oturup “ben rakımı da içerim, rujumu da sürerim” diye konuşmuyorlar; tabii bu da var ama mesele sadece bu değil, bize de geçen bir özgürleşme.

Ve ben inanıyorum ki, başka türlü bir özgürleşme şansımız yok bizim artık. Olsa, sosyalistler diyeceğim, anarşistler diyeceğim, ama çok hayalci değilim artık. Öncelikle adamlar darmadağın edildi. Bak, “adamlar” diyorum, çünkü solcular, sosyalistler deyince aklıma hep erkekler geliyor. Bunların yarısından çoğu da benim arkadaşım. Ama bir şekilde bu eşitsiz resim çıktı ortaya.

ODTÜ’den, ‘68’den devrimci arkadaşlarımın, hepimizin çok günahı var. Sınıf meselesi tamam da sadece “sınıf” deyince olmuyor. O zaman uyanamadık, bilmem nerenin komünist partisinin politbürosu neredeyse silme erkek. Hadi elâlemin komünistlerine karışmayalım, kendi solcularımıza bakalım; bakın eski resimlere; DİSK’e bakın, TİP’e bakın, TKP’ye bakın, hepsinde erkeklerin egemenliği vardı. Çok az kadın ismi verebilirsin ‘68’den, hatta 12 Eylül öncesinden bile çok az kadın ismi zikredilir. Yoklar mıydı, varlardı, hep beraberdik. Ama öyle tuhaf bir şeydi işte. Bence bu durumu atlattık ama yeniden toparlanıncaya kadar yine de işimiz zor.

İnsana 75 yaşında dank ediyor bir şeyler. Bakıyorsun, en iyi muhalefeti yapanlar kimlerse umudunu onlara bağlıyorsun. Şimdi bakıyorum, nerede umut var, nereden gidebilirim? Hangi sosyalist partiye ya da hangi harekete takılıp gideyim? Bakıyorum ve “yok” diyorum, “en iyisi ben kadınların peşine düşeyim.” Benim içgüdülerim bana bunu söylüyor.

“Cuntacılar atmayınca ben istifa ettim”

12 Eylül beni üniversitede yakaladı. Bu sefer de asistandım. Mülkiye’de, Basın Yayın’da asistanken darbe oldu. Başladılar insanları üniversiteden atmaya. Bahri Savcı gibi değerli bir hoca, 80 yaşında, onları atmaya başladılar, inanılmaz! Genç asistanlar da atılıyor tabii, kıyamet kopuyor. Beni atmadılar. Ne acıklı değil mi? Çok utanmıştım. Bu yüzden ben istifa ettim. Ömer Madra da öyledir, o da istifa etti. Dekan dedi ki, “Sen niye istifa ediyorsun, sana bir şey olmayacak.” Ne korkunç, değil mi? Bu laf benim daha da ağırıma gitti. Yani “Otur oturduğun yerde, doktoranı yap” deniyordu. Dert olmuştur içime. Bir hafta içinde vurdum kapıyı, çıktım.

Böylece akademisyenlik bitti. Ama bir şey daha itiraf edeyim mi, zaten benden akademisyen olmazdı. Böyle de bir gerçek var. Bunu sonradan fark ettim.

“Gazeteciliği TRT’de öğrendim”

Londra’da beş sene kaldım. Burada 25 senede öğrenmediklerimi Londra’da beş senede öğrendim. Dünyaya açılmak çok güzel. Nasıl yaşamışız ya, diyorsun; burası üniversiteyse bizim gittiğimiz yer neydi? Bu konserse bizim gittiğimiz konser değil de başka bir şey miydi? Bizi kandırıyorlar mıydı? Tamamen bambaşka bir dünya. Bu insanın fena halde gözünü açıyor.

Ama sonra, bu kadar kızdığım, gençlik yıllarımı kararttığını düşündüğüm –ki hâlâ da öyle düşünüyorum– Türkiye’ye döndüm. “Yok” dedim, “olmuyor, ben kendi memleketime gideyim.” Yurtsever falan değilim, yanlış anlaşılmasın. Dedim ki, “ben orada doğdum büyüdüm, niye gideyim başka yere, istemeyen kendi gitsin.” Kalktım ve döndüm.

Londra dönüşünde TRT’de çalıştım. Gazeteciliği de esas olarak TRT’de öğrendim. 1970’lerin ortalarında, alaylı usta gazeteciler vardı orada; Teoman Karahun, Aycan Giritlioğlu. Bazı arkadaşlarımız da vardı bizden önce giren. Bize haber yazmayı öğrettiler. “Gazeteci tarafsız olur” ilkesini ben TRT’de öğrendim. Tabii, biz girdiğimizde İsmail Cem genel müdürdü, onun kuruma getirdiği bir demokrasi havası vardı. O korkunç Mehmet Barlas’a rağmen –Haber Dairesi başkanıydı– biz orada gazetecilik yapmayı becerdik. Çünkü bağırıp çağırabiliyorduk. “Onu yapmam, bunu yapmam” diye değil, “Benim haberimle böyle oynayamazsın” diye bağırabiliyorduk. Mehmet Barlas kıyameti koparıyordu tabii. O zamanlar şimdiki kadar aleni korkunç değildi ama –görünüşü değil tabii, gazetecilik anlamında– yine korkunçtu.

O zamanlar Lübnan’da iç savaş var, kıyamet kopuyor. Solcu Müslümanlar ve Falanjist, sağcı Hıristiyanlar. Bize “Bunu böyle yazmayın” dediler. Yahu durum böyle! Falanjistler, faşistler hepsi Hıristiyan. Böyle denk geldi bu sefer de. Hep Müslümanlar mı faşist olacak? Baskı yaptılar ama bizi vazgeçiremediler. Biz bu kalıbı kullandık: Solcu Müslümanlar, sağcı Hıristiyanlar.

Bize TRT’de şöyle derlerdi, “Madem o tarafa sordunuz, şu tarafa da soracaksınız.” O zaman daha televizyon tam anlamıyla başlamamış, –biz televizyona da yetiştik gerçi– ve esas olan radyo haberleri. TRT, o zamanlar BBC ile işbirliği yapıyordu, bu kapsamda kurslar açılıyordu. Biz dünyayı baştan keşfetmedik yani. Çünkü gazetecilik evrensel bir meslektir. Japon gazeteciliği, Türk gazeteciliği, Arap gazeteciliği, İngiliz gazeteciliği diye bir ayrım yoktur. Ama mesleğin en iyisini de İngilizlerden öğrendik, o ayrı. Anglosakson gazetecilik bu işin en iyisidir ve ben de “Nereden etkilendin” diye sorulunca hiç utanmadan “Anglosakson gazeteciliği” derim. Keşke Guardian’da ya da BBC’de çalışıyor olsaydım. Çünkü hasını yapıyorlar bu işin.

“Ülkenin kurumları, siyasetinden farklı olamaz”

İnsanların tam da 12 Eylül karanlığından çıkmak istediği dönemde gazetecilik yaptık biz. 1982’de Nokta dergisi kurtardı bizi. Hiç aç kalmadık. Yazgülü Aldoğan, Uygur Kocabaşoğlu ve ben vardık. Ercan Arıklı, Aycan Giritlioğlu’na, “Bu çocuklar gelsin, bizim Nokta dergisini siyasi dergi yapsınlar, ama benim başımı belaya sokmasınlar” demiş. Asistanlık maaşımızın dört mislini vermişti. Ben İstanbul’a ilk geldiğimde Levent’te, şimdi hepsi villa olan tek katlı evler vardı, bahçeli bir evde oturuyordum, Nokta’nın bilmem ne editörü olarak… Böyle bir şansımız da oldu. Hayat sadece dramla çekilmez; sürekli ağlayarak, sürekli üzülerek… İyi bir şey olmayacak mı, oluyor. Bir yerde tam diyorsun ki kapılar kapandı, başka bir yerden açılıyor. O zamanlar “12 Eylül bitmeyecek” diye düşünüyordum. Ama öyle bir bitti ki!

Daldan dala atlamış olacağım ama bugün yaşadıklarımız da bitecek. Bunun başka yolu yok. Marksistlerin lafı çok doğrudur: Tarihin tekerleğini geriye döndüremezsin, der; döndüremezsin kardeşim! Böyle bir güç kimsede yok, olmadı da. 12 Eylül’den kurtulduk, şimdi de insanlar konuşuyorlar, “bundan daha kötüsünü yaşamamıştık” diye. Doğru, ama bu da geçecek, mümkün değil. Tarih bunu gösteriyor sana, dön bak… Yani bir sürü adam, Stalin’ler, Hitler’ler bizden daha mı akılsızdı? Herkesin zamanı geliyor ve haydi bakalım sen kenara git, deniyor. Burada da öyle olacak. Fakat tahribat çok büyük tabii. 12 Eylül’den sonra başladı, şimdi daha beter oldu; akademisyenlik bitti, medya bitti… Ama bir yandan da mümkün değil böyle sürmesi. Akademi de kendini tedavi edecek, medya da.

Hep söylediğim bir şey var, yine söyleyeceğim; bir ülkenin bütün kurumları, özellikle medyası, o ülkenin siyasetinden çok farklı olamıyor. “Demokrasi demokrasi” diye laf olsun diye bağırmıyorsun, işini doğru düzgün yapmak için “demokrasi” diye bağırıyorsun. Devrim yapacağım diye demokrasi istemiyor kimse. “Bırak ben kendi bilincimle, kendi istediklerimle, rahat rahat, korkmadan yaşayayım” dediğin anda, bütün kurumların çalıştığı bir düzeni işaret ediyorsun. Yasaların işlemediği bir ülkede yaşanmaz, yaşayamazsın. Ancak kendini eve kapatacaksın, sokağa çıkmayacaksın, belki öyle olur, ki bu da mümkün değil.

“Seçtiğin haberlerle taraf olursun”

Biz dergicilik yaptığımız dönemde şunu esas alıyorduk: “Haberi doğru vereceğiz.” Hiçbirimiz Nokta’da, Yeni Gündem’de, hatta Sokak’ta bile hiç taraf olmadık. Daha doğrusu şöyle taraf olduk; seçtiğimiz haberlerle; ama yazarken “o kötü, bu alçak” diye yazdığımızı hiç hatırlamıyorum. Ama seçtiklerinle taraf oluyorsun.

Mesela, Nokta’da “İşkenceci Polis” haberi yapmıştık. Yine Nokta’da üniversitenin üzerine oturmuş pisleyen İhsan Doğramacı karikatürü yapılmıştı. Bunları şimdi yapmak imkânsız… Orada gazetecilik denen şey, yaratıcılık, birikim ortaya çıkıyor. Şimdikiler gazeteci değil basın danışmanı; ya CHP’nin basın danışmanı (onların sayısı az şimdi, saldırmayayım) ya da büyük çoğunlukla iktidarın basın danışmanı.

Yeni Gündem’de, Türkiyeli Yahudileri yapmıştık. Hiç unutmuyorum, yok satan bir kapak olmuştu. Bazı konuları artık Nokta’da beceremez olunca Yeni Gündem’de, Sokak dergisinde yaptık. Mesela eşcinselleri ele aldık, gayet de objektif bir şekilde; bizde nasıl, dünyada ne oluyor? Feminizmi ele aldık… Ben ‘80’lerde Yeni Gündem’de “Allı morlu yeşilli geliyorlar” diye kapak yaptığımızı hatırlıyorum. Toplumsal çeşitliliği anlatıyorduk. Ben Sokak’ta Öcalan röportajı yayınladım, daha ne olsun? Şimdi böyle bir şey mümkün mü, devletin izni olmadan? Devlet için yaparsan olur tabii, ama bak, Hasan Cemal’e hâlâ saldırıyorlar, “Niye Kandil’e gittin” diye. Yahu, gazetecilik yapmış!

Yani tarafsızlık, taraf olmamak demek değildir. Tarafsızlıktan kastım şu: “Bizim çocuklar” dediği her kimse, onlar birilerine saldırmışsa, bizim çocukların saldırdığını söylemek zorunda gazeteci. Ama şimdi öyle değil. Mekân basıyorlar, insan dövüyorlar, sonra da yalan haber yazıyorlar. Boğaziçi Üniversitesi en güzel örnek.

Ben solcuyum, ama mesleğimi yaparken gazeteciyim. Ben şunu diyemem, “Sağcılar bizim çocukları dövdü.” Hayır, solcular dövdüyse solcular dövdü. Bunun yalanı yok. Bir tek şu konuda açık taraf tutarsın; kadınlar ve azınlıklar. Ezilen kesimler konusunda tarafsındır, ama bunu bile yaparken, hep söylerim, onların sözcüsü değilsin sen. Bu çok temel bir fark. Sen onların sözcüsü değil, söylediklerini aktaran, görünmesini sağlayan, dile getirensin. Ben kalkıp kadınların sözcüsü olarak konuşamam, ama ne yaparım, kadınların söylediklerini kamuya taşırım. Ben komünistler adına, solcular ya da Müslümanlar adına konuşamam. Ama onlar eziliyorlarsa onların sözünü kamuya taşırım ve görülecek biçimde veririm. Saklamam köşeye kıyıya. Tarafsızlıktan bunu anlıyorum ben, yoksa tabii ki hepimizin tarafı var.

Buna uymazsan birilerine haksızlık ettiğini fark ediyorsun. Bir olay olmuşsa ve sen bile bile doğruyu yazmıyorsan olmaz. O zaman “militan gazetecilik” diye bir şey var, onu yaparsın, buna itirazım yok. Mesela Alevisindir, Alevi bir gazete ya da televizyonda çalışabilirsin, orada Alevilik üzerine kimse bir satır kötü cümle edemez. KaosGL’de çalışabilirsin, orada da bilirsin ki, gay ve lezbiyenler üzerine kimse laf ettirmez. Kastım bu.

Bu bir sürü konuda geçerli aslında. Bir kimliğini öne çıkardığın zaman öteki kimliklerine haksızlık ediyorsun; keşke tek kimlikli olsaydık, ama bana bir tane tek kimlikli olan insan gösteremezsin. Yok öyle bir şey. Ana bugün gazeteler tek kimliğe sıkışmış durumdalar ve bu yüzden çok kötü, felaketler. Bir tek dertleri var, İslamiyet’le ilgili ne kadar gereksiz şey varsa onları yapıyorlar ve bunlar bir de kendilerine gazeteci diyorlar. Utanç verici.

Ve Radikal İki

1996’da Radikal’e çağırdılar beni, dediler ki, “Ekleri sen yap.” Kabul ettim ve 17 sene sürdürdüm.

Radikal’in haberleri pek radikal değildi aslında. Ama köşe yazarlarımızdan dolayı öyle bir durum oldu. Bir de o zamana kadar böyle bir yayın organı görülmemişti. Radikal’in logosu bile maviydi, ben bile şaşırmıştım. Radikal İki de alışılmamış bir şeydi. Eğer yaptığın iş iyiyse bir süre sonra kendini göstermeye ve insanlar seni keşfetmeye başlıyor hakikaten. Hayatta görmediğim, bilmediğim insanlardan yazılar geldi, koskoca profesörler, sendikacılar, hukukçular. Ne kadar keyifli bir şey bu ve onları basıyorsun sen. Üstelik bunun karşılığı da var, insanlar satın alıyor bunu. Ha tabii şunu da söylemek lazım; iyi bir yayın çıkartmak yetmez, bu arada patrona da para kazandıracaksın, bu olmadan olmaz. Ana akım medyada çalışmak kolay mı? Gazetenin satmasına katkın olmuyorsa, kimse sana reklam vermiyorsa o zaman patron dinlemiyor seni, hemen kapının önüne koyuyor. Yani sırf iyi bir şey yapmak değil, kazançlı bir şey de yapmak lazım.

Şimdi dönüp Radikal İki’ye baktığımda, “Ne kadar güzel yapmışız” diyorum ve inanın ki “ben” demiyorum. Çünkü biz bir ekiptik. Okur da bize çok yön verdi. Ayşe Kadıoğlu, profesör doktor; Yıldırım Türker, yazar. Onların yanında bir sürü okur da var yazı gönderen. Mesela İzmir’den bir yazı geldi, gayet kısa, güzel bir yazı. İsminin yanına yıldız koymuş, altına da “Ev kadını” yazmış. Onu görünce “Tamam” dedim ben, “bu iş oldu.” Demek ki bir şekilde etkileşim kurmuşuz ve yaptığımız iş okura geçmiş… Çok güzeldi. Böyle şeyler keyif veriyor insana, hele belli bir yaştan sonra.

1996’da Radikal kurulduktan birkaç ay sonra Susurluk patladı Türkiye’de ve gazeteyi kurtardı. Çünkü “Susurluk’u ortaya çıkaran gazete” olduk, o da Ertuğrul Mavioğlu’nun marifetidir. Biraz kıskanırım ama herkesten önce o uyandı işe. Yani haberde de iyiydik. Radikal asla salt fikir gazetesi olmadı. Şimdiki Cumhuriyet gibi diyelim mesela ya da bazı sağcı gazeteler; artık hiç bakmıyorum onlara. Azınlıklar konusunda haberlerimiz her zaman “dengeli” ve “tarafsız”dı, öbür gazeteleri şaşırtacak kadar. Ben kendi çalıştığım gazeteden, son birkaç seneye kadar, hiç utanmadım.

Ne zaman ki artık Aydın Doğan korkup geri çekilmeye başladı, (daha FETÖ-AKP kavgası yoktu) o zaman o küçük aklımla “Bu gazetede bir şeyler oluyor” dedim. Güzel para kazanıyordum o zaman, Yeniköy’de, Bebek’te oturuyordum. İyiydi yani şartlarım, insanın hoşuna gidiyor fakat bir süre sonra diyorsun ki, “Yok, bu benim kırmızı çizgimi aşacak, ben buradan kapıyı vurup çıkayım.” Galiba öyle de yaptım. Yıl 2013’tü. Zaten arkasından Gezi patladı. Ondan sonra da “şu FETÖ’cü, bu değil” dönemi başladı. O dönemden sonra da gazetecilik (yüzde 10 kadar yayın organını tenzih ederim) çok kötü hale geldi.

Son olarak Cumhuriyet Dergi’yi yaptım, öyle bir günahım da var yani. 10-11 ay kadar çalıştım Cumhuriyet’te ama çok işsizdim. Hasan Cemal, Mülkiyeli abimiz, torpil yapmıştı, çalışmama bir şey demediler. Ondan sonra da başka dergicilik hikâyesi olmadı.

“Günahlar günahlar…”

Ben gazetecilik konusunda denge uzmanıyımdır aynı zamanda. Dergicilik yaparken dengeleri hep gözettim. Mesela birinden bir yazı geliyor, işkilleniyorsun, “Ulan” diyorsun, “bu gizli Müslüman” ya da “gizli Kemalist” veya “gizli PKK’li”. Adını ne koyarsan koy. Ama yazıyı koyuyorsun, çünkü biri “şu çok fazla oldu” derse “ama bak bu da var” diyeceksin. O alçaklığı çok yaptım ben. Mutlaka kendimi kurtaracak bir iki yazıyı cırt diye yayına soktum. Bunların günahı az mı sence? Ama ne yapacaksın…

Ayrıca itiraf edeyim, avanta seyahate gittim. Çocuklara hep derim, “günah, alçaklık” diye ama Çin’e gittim, bir de Arjantin’e gittim parasız. Pişman mıyım, hayır değilim, iyi ki gitmişim. Şimdi Kadıköy’e geçemiyoruz, ben bir daha nereden Çin, Arjantin göreceğim? Kimse de “Ben asla” diye bir cümle kurmasın, gazeteci de sonuç olarak sütten çıkmış ak kaşık değildir.

“Gazetecilik mesafe mesleğidir”

Ama iktidarlarla arama mesafe koymayı hep becermişimdir. Çünkü başka türlü olmaz. Bütün iktidarlara karşı. O konuştuğun insan, tepede bir şeyi temsil ediyorsa ondan kuşku duyacaksın. Devletten kuşkulanmayan gazeteci olmaz. Diyorlar ya, “devletimiz”, yahu o yine sizin devletiniz olsun, ama bu “devlet” de gökten inmedi ki! Sınıflar çıkardı bunu, zaman içinde oluştu. “Devlet nedir” diye sormak için varım ben kardeşim! Devlet nedir? Vergi de alıyor, beni hapse de atıyor, işsiz de bırakıyor, canıma kastediyor, her şeyi yapıyor. Gazetecilikte böyle bir kutsama olmaz, gazeteci devlete karşı hep kuşkulu ve mesafelidir. Önce şuna bakacaksın; güçlü, nüfuzlu bir insan bir haberin peşindeyse, kime yarıyor o haber? Böyle marifetlerin olacak, bir zanaat çünkü gazetecilik. Öyle oturup kitaplardan öğrenmiyorsun sadece. Kitap okumak da lazım ama yeterli değil. Mesafe mesleğidir gazetecilik. Bitti. Herkesle mesafeli olacaksın.

Ve sorgulayacaksın… Başka türlü gazetecilik olmaz. O zaman aktarmacı olursun. Tabii aktaracaksın, ama aktardığın şeyi sorgulayarak aktaracaksın. Bu kadar basit. Bunu bile yapamıyorlar artık. Ben de bu ortamda bir şey yapmam…

12 Eylül bile dergiciliğin yapılabildiği, hatta sıkı muhalefet yapıldığı, şimdilerde atılamayacak manşetlerin atıldığı, kapakların yapıldığı bir dönemdi. Ama şimdi bu dahi yapılamıyor. “En kötü dönem” demekte haklılar yani. Hem çok ciddi baskı var hem de bugünkü gazete patronları çok kötü çıktılar. Direnmek gibi bir dertleri yok. Direnmekten kastım da, düzgün bir iş yapma kaygısı.

Gazetecilerin çoğu da yaratıcılığını kaybetti. Gazeteci yaratıcıdır oysa. Öyle bir şey yapar ki, onu kimse durduramaz. Bir kelimeye yasak koyarlar, ama sen onu öyle bir anlatırsın ki, hiç o kelimeyi kullanmadan, herkes ne dediğini anlar. Bu meslekte kafayı kullanmak, mesleği doğru icra etmek lazım. Televizyonda bazı insanları görüyorum ve diyorum ki, “Bu adam nereden nereye geldi?” Çok utanç verici.

Ortadoğu’nun kumaşında da bir tuhaflık var. Eminim, Avusturya’nın batısında doğmuş olsaydık müthiş gazeteciler olurduk biz. Herkes peşimizden koşardı. Bizim şanssızlığımız Viyana’nın doğusunda doğmuş olmamız. Bakar mısın çevremize Allah’ını seversen? Macaristan, Yunanistan, Sırbistan; başımızın dertten kurtulduğu yok. Ne şanssızmışız. Seçemiyorsun ki doğduğun yeri… Ve seviyorsun, yapacak bir şey yok.

“Asla çalışmam dediğim isimler var”

Bana kimlerle gazetecilik yapamazsınız diye soruyorlar bazen… Daha önce çalıştığım bir sürü insan var; Mehmet Barlas, Eyüp Can, İsmet Berkan. Şimdi yeniden onlarla ortak bir şey hakikaten yapamam. Hepsi de, daha işler bu kadar çığrından çıkmadan gazetecilik yaptığım insanlardı, artık olmaz.

Nokta dergisinde çalıştığım ve şimdi asla çalışmayacağım insanlar da var. Adlarını söyleyerek önemsemek istemiyorum onları, ama bir tanesini söyleyeyim, Engin Ardıç. O ve diğerleri şimdi Sabah’ta köşe yazıyorlar ya, ayıp! Bunlar Dev-Solcu’ydu, bizi beğenmezlerdi o zaman. Çok acıklı. Ben onların hepsini benim gibi bir kenarda oturuyorlar zannediyordum. Meğer öyle değilmiş, sonra öğrendim ki, hâlâ ortalıklarda kin kusuyorlar. Böyle bir şey olabilir mi, bunlardan gazeteci olur mu Allah’ını seversen?

Mesela Hürriyet gazetesinin eski halini özleyeceğimi rüyamda görsem inanmazdım, o “amiral gemisi” denen haline razı olacağıma inanmazdım ama oldu. Halbuki çok matah mıydı, değildi. Ama şu anda o Hürriyet’ten çok beterleri var. Ya, Cumhuriyet bile bazen öyle şeyler yazıyor ki, “Yıllarca okuduğum gazete nasıl bu hale geldi, olmaz bu kadar” diyorum. Birilerini işten atıyorlar, arkadaşım olan birileri de onların yerine oraya girmeyi kabul ediyor. Biz bunu yapmazdık.

Ben yazılı gazete delisiyim, ölürüm onu göremezsem. Ama okuyamıyorum artık, çünkü gazeteler utanç verici. Altı ayrı gazetede aynı manşet! Canınız cehenneme o halde! Bana ne sizden? Bunu da açıkça söylüyorum.

Artık internetten bakıyorum haberlere. Bazen Evrensel, Yeni Yaşam, BirGün alıyorum. Bir de mizah dergileri çıkıyor; Leman, Uykusuz, Bayan Yanı. Onlara da destek oluyorum. Gazete dışındaki medya çok daha cesur. Bir de neyse ki bu sağcıların kafası mizaha ve espriye basmıyor. Gerçekten çok sıkıcı insanlar. Mizah duyguları sıfır.

Benim hayatımın en önemli aracı radyodur. Radyoya da kafaları basmıyor neyse ki, en büyük şansım o; çünkü radyo TRT Radyo 3 hep açıktır evde. Çok güzel klasik müzik çalıyorlar. Akılları ermediği için bulaşamadılar, anlayan birileri olsa onu da mahvedecekler. Ben “Yeni Başlayanlar İçin Opera” programını dinliyorum mesela. Bu yaşımdan sonra opera hikâyelerini kim yazmış, en iyi kimler oynuyor, öğreniyorum ve çok eğlenceli oluyor. Tamam, plak ve CD’lerim de var, ama radyo çok sürprizli. “Acaba şimdi ne çalacak” diyorsun. Spotify gibi mecralar da var ama oralarda kendin ayarlıyorsun, oysa radyo kendisi yapıyor bunu.

Radyo dinlemekten hiç vazgeçmedim ben, üniversitede de böyleydim. Siyasal’da öğrenciyken TRT Ankara İl Radyosu’nu dinlerdik. Tamamen rock çalardı. Muhteşemdi. Yurtta 5 kişilik, 8 kişilik odalarda dinlerdik. Sigara içerek, müzik dinleyerek, oh!

“Bu dönem hiçbirine benzemiyor”

Bazen, biz nasıl bir yanlış yaptık ki, diyorum, bütün geleceğimiz, sadece bizim değil, torunum Asya’nın da geleceği bir insanın iki dudağı arasına kaldı? Bu nasıl bir durumdur? Bunu siyaseten, psikolojik olarak nasıl açıklarsın? Çok merak ederim, Sayın Cumhurbaşkanı’nın hiç mi arkadaşı yok? Ya biz ne yapıyoruz demiyorlar mı, niye diyemiyorlar, nedir? Bu iş hakikaten menfaate mi dayalı, yoksa benim küçük aklımın ermediği ideolojik durumlar mı var? Ben bunu çözmeyi çok isterdim. Korkunç.

Düşünsene, Türkiye’de yaşıyorsun, Amerika’ya bağırıyorlar, ertesi gün yine Amerika’ya “Böyle yapmayın, S-400’leri almayacağız” diyorlar. Nasıl bir ruh halidir bu? Ve bu insanlar nasıl bu kadar yalan söyleyebiliyorlar karşılarındakinin gözüne baka baka? Bunu nasıl Türkiye’de ciddi oranlarda bir kesime (kitle ya da seçmen, ne dersen de) yutturabiliyorlar? Bunu çözmek için ömrümü verebilirdim. O da yetmez, aklım da yetmez, ama gazeteci olarak bu meseleye bakmaya çalışırdım. Geçenlerde “Şu doğru mu” diye soruyorlar bir kadına, “O yapıyorsa doğrudur” diyor. Bu nasıl bir şey, hakikaten merak ediyorum.

Ömrüm birçok lidere yetti; Atatürk’e yetişmedim, bilemem, ama Adnan Menderes’i, İsmet İnönü’yü, Demirel’i, Özal’ı bilirim, şimdi de Tayyip Erdoğan’ı biliyorum ve diyorum ki, bu hiçbirine benzemiyor, bu başka bir durum. Hiçbir dönem bu kadar baskı ve sansür olmadı Türkiye’de. Olduysa bile ben unutmuş olabilirim, ama bu kadar uzun sürmedi. Bir noktada birileri bir şey yaptı, söyledi. Yani şüphesiz Türkiye’deki bütün dindarlar, Müslümanlar, sağcılar canavar değil; tıpkı bütün sosyalistlerin, sosyal demokratların çok şahane olmadığı gibi. Ama bu başka bir şey.

Tabii şunu da biliyorum, bu çözülemez değil, zaten kendi kendilerini çözüyorlar. Görüyoruz, ortada. Bu kadar sıkıntı, gürültü; yok Kürtler, yok eşcinseller… Fahrettin Altun diyor ki, “Eşcinsellik propagandası yapılmasına izin vermeyeceğiz.” Ya sen nerede duydun ki, insanlar propaganda ile gay ya da lezbiyen olmuş? Siz deli divane misiniz? Ama diyorlar bunu ve bu hakikaten tehlikeli ve üzücü bir şey.

“Olmayan tek günahım”

Şimdi şu Doğu Perinçek’lere bakıp diyorum ki, olmayan tek günahım şu; hiç Maocu olmadım hayatımda. Bir kere denedim hayatımda, Londra’ya gittiğimde. Çinlilerle beraber şu Maocuların toplantısına kalkıp gideyim dedim; Çin ve İngiliz dostluk derneği toplantısı, içeride en fazla 200 kişi; bir sürü Çinli var, İngiliz var. Ben de bir kıyıda oturdum. Birdenbire konuşmacı “Başkan Mao” dedi, herkes ayağı kalktı. Tabii ben de kalktım. Toplantı boyunca ben diyeyim 10, sen de 20 kere, herkes durmadan ayağı kalkıyor, “Çok yaşa başkan Mao” diyor, sonra yerine oturuyor. Böylece Maoculuk hikâyem iki saat sürdü, ondan sonra da bir daha yanlarından geçmedim.

Ama şunu da söyleyeyim, bence bizimkiler Maocu da değil. Mao hiç değilse Kültür Devrimi diyordu. Bunlar ne Allah aşkına? Hepsi meğerse gizli milliyetçiymiş. “Biz iktidardayız” diyorlar. Bunu yıllar önce Türkeş’ten duymuştuk: “Biz içerideyiz ama fikirlerimiz iktidarda.” Çok acayip!

“Listenin başında Rolling Stones var”

Ben gezmeyi severim, insanlarla yiyip içmeyi… Bütün iyi insanları öyle gecelerde tanıdım ben. Olmadık kulüplerde, Papirüs, Çiçek Bar… Gençken de giderdim. Niye, biliyor musun, çünkü oraya artistler geliyordu! Bir yandan da böyle gençsin işte… “Acaba Fikret Hakan gelir mi, Türkan Şoray gelir mi?” diye umut ediyorsun. Halbuki Türkan Şoray’ı beğenmezdik o zamanlar, hep melodramlarda oynuyor diye. Bir de böyle kimseleri beğenmeyen bir snopluğumuz vardı.

Sinema-Tek’e giderdik. İyi filmler izlerdik. Bir sürü şeyi orada gördük, öğrendik. Sinema-Tek okul gibiydi. Ben nereden bileceğim Orson Welles’i, Eisenstein’ı, Potemkin Zırhlısı’nı? Hep oralarda öğrendik. Yani hiç tek boyutlu olmadık, çok renkliydik. En hızlı devrimci de tek boyutlu değildi, müzik dinlemeyi bilirdi. Ben muhteşem bir dönemde genç oldum. 1960’ların sonları, ‘70’ler müziğin kral olduğu zamanlardı. Şimdikiler bir yerlerini yırtsalar onun yarısı olamazlar.

Dünyanın her tarafında gençler rock’la yatıp kalkıyordu, biz de hayrandık. Benim için listenin başında Rolling Stones vardı, hâlâ da öyledir. Şimdi de Rolling Stones gömleğimdedir, tişörtümün bir tarafındadır… Tanıtmaya çalışıyorum. Bana örnek oluyor Mick Jagger, biliyor musun? Bir kere, benden yaş olarak büyük, ama herif hâlâ zıp zıp, oradan oraya sıçrıyor. Bilmiyorum benimki aşk mı, kıskançlık mı?

Bazen bana kızarlar, “çok evrenselsin, herkesle berabersin” diye. Ya ben ilk dayağımı bile evrensel sebeplerle yedim! ‘68’de bütün yürüyüşlerde “Vietnam! Ho Amca!” diye yürürdük, polis gelir döverdi. Okulda toplantı yapıp “Vietnamlı devrimciler Amerikan emperyalizmini mahvedecek” derdik, polis okulu basardı, yine dayak yerdik. Yani böyle bir evrensellikten geçerek geldik biz, nasıl ulusalcı olalım?

Ama şunu da söyleyeyim, rock dinlerken Ruhi Su’ya da hiçbir zaman burun kıvırmadık. Yerli müzik de dinlerdik yani.

“Mahir’le diskoda karşılaştım”

Sanmasınlar ki hayatımız hep oradan oraya koşturmakla, Türkiye’yi kurtarmakla geçti. Çok da insandık aynı zamanda, eğlenmeyi bildik. Gitmediğim disko yoktur Ankara’da benim. Diskolara öğlenden sonra gidilirdi, saat iki ile beş arası. Hiç unutmam, bir keresinde, Modern Disko’daydım, kıyametler kopuyor. Kiminle karşılaştım dersin? Mahir Çayan’la! Yanında güzel bir kadın, nereden bileyim o zamanlar, tanıştırdı. Sonra bana tembihledi, “Bana bak, orada burada anlatma” diye. Kız da Gülten’di, sonra Gülten Çayan oldu. Bu hep aklımda çok hoş bir anı olarak kalmıştır. Yıllarca sözümü tuttum, öldürüldükten sonra bile “ben Mahir’le diskoda karşılaştım” demedim, ama artık yavaş yavaş söylüyorum. Çünkü aslında ne kadar güzel bir şeymiş, kaç kişinin böyle güzel bir hikâyesi olabilir diye düşünüyorum şimdi. Mis gibi.

“Aç susuz yaşayabilirim, ama müziksiz asla…”

Ne yazık ki çok geç keşfettim ama müzik dinlemek için YouTube muhteşem… Bir giriyorsun oraya, “ara” diyorsun, şarkının adını yazıyorsun, hop, karşında… Dün kendi başıma dans ediyordum YouTube’un karşısında, niye, biliyor musun? Sen bir şeyler seçince o da senin yaşına göre bir şeyler seçiyormuş. Bir baktım Sophia Loren çıktı, Mambo İtaliano’yu söylüyor. Ah Sophia, sen mi iyi dans edersin, ben mi diye, gecenin o saatinde dans etmeye başladım; ama nasıl keyif aldım, anlatamam. Sophia Loren orada, ben burada, karşılıklı şakır şakır döktürüyoruz.

Instagram, Twitter filan, nefret ederim, ama YouTube’a laf söyletmem. Basıyorsun, ne istiyorsan çalıyor. Hatta bazen benden daha akıllı çıkıyor, “şunu mu demek istediniz” diye soruyor. Ben aç susuz, ideolojisiz yaşayabilirim, ama müziksiz yaşayamam, mümkün değil. Müziksiz olmaz.

“Oğlumu kaptım ama Asya torunum olarak doğdu”

Müzik dışında, onsuz olmaz dediğim bir şey daha var; çocuksuz olmaz. İnsan zamanı, yaşı müsaitse mutlaka çocuk sahibi olmalı. Diyeceksin ki, “Delirdin mi adam birdenbire?” Evet, delirdim. Çünkü çocuk insana kendini test ettiriyor. Evde çocuk olacak kardeşim. Sana dönüşü olmayan, çıkarsız tek şey çocuk. Ben aklımı kaçırıyordum Hüseyin’i kapıncaya kadar. Gittim geldim, gittim geldim, kafayı takarsın ya bazı şeylere, bu 40’lı yaşlarda ortaya çıkıyor. Kadınlar için konuşmayayım ama erkekler için böyle. Birdenbire kendini çok egoist ve işe yaramaz hissediyorsun. Kafan çalışıyor, bilgili bir adamsın, para kazanıyorsun, ee so what? İşte bu eksik diyorsun.

Böyle olunca derhal bir çocuk istedim, ama öyle rastgele bir çocukla olmuyor. Hüseyin’in babası benim özel bir arkadaşımdı. Vefat etti. Ondan sonra taktım kafayı, “bu çocuk benim oğlum olacak” diye. Uğraştım bir-iki sene. Hüseyinler de Sünni Kürt; Allah muhafaza, “Sen bekârsın, içki içiyorsun” falan dediler, ay, öldürdüler beni. Eğlenceliydi ama. Sonuçta sen kazanıyorsun. Akıllısın, bir de hakikaten istiyorsun çocuğu.

Hayatta gurur duyduğum en önemli insandır benim Hüseyin, daha doğrusu insandı, şimdi torunum Asya birinci. Hüseyin derhal ikinciliğe düştü. Hiç kusura bakmasın. Hep şunu diyorum, “ben Hüso’yu kaptım ama Asya benim torunum olarak doğdu.” Oradan buradan kapmadım yani, zaten benim torunum. Doğarken kapıda ben bekliyordum hastanede. Bu çok enteresan bir şey. İstediğin kadar modern ol, böyle konvansiyonel şeyleri takıyor insan kafasına. Sanki o sana bir hak veriyor, doğum kapısında bekliyorsun. Başka bir yerde de olabilirdim o sıralar, göremezdim, ama öyle olmadı işte. Artık insanlara diyorum ki, çocuk meselesini kendiniz becerebiliyorsanız becerin, eğer beceremiyorsanız kafayı kullanın.

“Düğüne Sezen Aksu geldi”

Yaşayınca anladım, baba olmak hakikaten tuhaf bir şey. Oğluma düğün yaptım mesela, aslında kimse benden düğün istemedi; Hüseyin “boş ver” dedi, gelinim Gülizar da öyle. Ama baktım, biraz daha baskı yapsam çözülecekler sanki. Ev satmışım, kıdem tazminatım ödettirilmiş, yani param var. “Ulan bir tane çocuğum var, nikâh dairesinde mi evlendireceğim?” dedim, bastım parayı, Armada’da yaptım düğünü. Çok eğlenceli oldu her şey. Sezen Aksu geldi. Bundan daha büyük ne olabilir? Bana biri dedi ki, “Nasıl kandırdın Sezen Aksu’yu?” İyi de benim arkadaşım Sezen... Böyle eğlenceli insanlarla arkadaşım ben. Bu bakımdan beni çok kıskanır Yıldırım Türker, Murat Çelikkan, Deniz Türkali… “Bunu orada burada söyleme, insanlar ciddiye alır” diyorlar. Ciddi söylüyorum, çünkü hepsinden daha solcuyum! Onlar kimseyi beğenmezler, beni de beğenmiyorlar. Ama ben onlarla çok güzel başa çıkıyorum ☺

“Huysuzluğun dozunu bileceksin”

Huysuz, sivri dilli derler bana. Evet, biraz sivri dilliyim, ama incitmem insanları çok. Mutlaka incittiklerim olmuştur, ama incitmemeye çalışırım. “Punduna getirip sokuşturmak” diye bir laf vardır ya, işte öyleyim. Ama kendimle de dalga geçmeyi bilirim. Yoksa zaman geçmez ki… İşi soytarılığa vurmazsan bu hayatı kaldırmak çok zor. Tercih hakkı senin. Oturup Xanax’la da yaşayabilirsin, ama ben onu yapmak istemiyorum. Bu antidepresan kullanmıyorum anlamına gelmiyor ama çok sıkıştığım zamanlarda kendimi böyle tedavi ediyorum, ona buna bulaşarak… Ama dozunu bileceksin. Yani mesafe konusunda uyanığım. Benim küçük hesaplarım vardır, genellikle yuttururum insanlara bunu, şaşırırlar, “Bu çocuğa haksızlık mı ettim” diye düşünürler.

Ama biraz huysuzum, kabul etmem lazım. Ama iyi insanlar da çok sıkıcı! İyi insanlar hep olsunlar, hepsinin ellerinden, yanaklarından öpüyorum, ama Allahım, onlarla beraberken yarım saat sonra saate bakarım, “ne zaman gidecek bunlar” diye. Bence dozunda kötülük, hainlik hoş… O hainliği yapacaksın, bir süre sonra insanlar alışıyor. Bazen diyorum ki, “bakın, ben 70 yaşımı geçtim, zaten bir sürü şeyi unutuyorum, bana böyle şeyler söylemeyin…” Eh, artık bir sürü insan teslim oldu, “Ne halt ediyorsan et” diyorlar. Mesela gecenin bir köründe abuk sabuk mesajlar atarım durduk yere: “Yaşasın Marksizm!” Ya da birine kızmışsam “Kahrolsun orta sınıf!” Alıştırdım insanları. Hatta “kaç gündür mesaj atmıyorsun, bir şey mi yaptık sana” diyorlar. Biraz sabredince kazanıyorsun ☺

Bir ara dizilerden para kazanmaya çalıştım biraz. Tomris Giritlioğlu varken güzel paralar kazandım. Şimdi bazı genç kadınlar var, projelerde benimle çalışmak istiyorlar. Ama televizyon çok korkunç. Teşkilat diye bir dizi koymuşlar mesela, MİT anlatılıyor, MİT’in katkılarıyla çekiliyor. Buraya gelirken bakamadım, reytingde birinci olmuş. Tabii böyle bir iklimde bize iş yok. Onun için merakım da yok, bu bir tercih. Kekimi hem saklayayım hem yiyeyim olmaz. Artık o duruma geldik, onun için böyle idare ediyoruz.

“Cihangir’de oturmak başkadır”

Pandemi sürecinde hep mahalledeydim. Çok seviyorum Cihangir’i, çünkü burası benim son mahallem, bunu hissediyorum. Pandemi günlerinde, günde üç dört kere aşağıdan bana seslenenler, “Markete gidiyorum, bir şey lazım mı” diyenler, “İki gündür görünmüyorsun” deyip telefon edenler… Tabii ben de onlara karşı öyleyim. Burası hem bir mahalle, hem de insanlar insanlara bulaşmıyor. Gözetlemiyorlar camlardan. Kimse kimseyi yargılamıyor. Cihangir’in güzelliği burada.

Arkadaşlarım da var… Yemek yediğim, oturup kalktığım, gurur duyduğum pek çok arkadaşım… Kadir İnanır da arkadaşımdır, görüşürüm; Türkan Şoray’ın davet ettiği hiçbir yemeği kaçırmam; Deniz Türkali, eğer insafa gelip çağırırsa giderim; Sezen Aksu, Şerif Gören… Benim böyle de bir hastalığım var, hiç gizlemem, ünlü insanlarla oturmayı severim. Onlarla oturmak çok keyifli, bir de kendini o insanlarla eşitlemek… Böyle de bir densizliğim vardır. Sanki 40 yıldır beraber iş yapıyormuşuz gibi…

“Bu kadarı yeter”

Sadece yiyip içerek geçmiyor tabii hayatım. Sağolsun, iktidar sayesinde mahkemelere gidiyoruz bol bol… Burada kastım sadece kendi davalarım değil; genç meslektaşlarımın bütün duruşmalarına, becerebildiğim kadar, vücudum izin verdiği kadar gitmek zorunda hissediyorum. Kim oldukları hiç önemli değil. Hapiste olan bir gazeteci, ister Nazlı Ilıcak, ister Ahmet Altan olsun, ister Kürt medyasından olsun, hatta biraz daha ileri gideceğim ve mutlaka bana kızacaklar ama, isterse Nedim Şener olsun; hapisteyken ben onların yanındayım. Çünkü o meslekten dolayı içerideler. Ha bu kişilerle dışarıda oturup rakı içmem, o kadar da değil!

Beni tanıyan herkesin kendine göre bir Tuğrul Eryılmaz’ı vardır. Son cümlelerim, kendimi nasıl tanımladığıma dair olsun:

Uçuk, şirret, şefkatli, bütün dünyaya ve bütün renklere açık. Bu kadarı da yeter.