SÜREYYA KARACABEY
Bextiyar Eli’yi
Türkçe’ye Çevireceğim
Sahnede bir kadın, bir erkek. Alan Ciwan ve Xezal Redkan. “Ben Alan, ben Xezal, ben Huseyin. Başka biri daha var, o hâlâ uzakta... Hêja. Bizler üç farklı ülkeye tünemiş, aynı ülkenin üç kuşu. Bugün Amed’deyiz.”
Söyleşi: Bircan Değirmenci
Fotoğraflar: Roni Ekinci
Amed Tiyatro Festivali’nde “Ban Theather (Almanya-Hamburg) ve Antract Theather (Belçika)’in “Qesra Balindeyên Xemgîn” (Hüzünlü Kuşlar Kasrı) oyunu oynanıyor. Bextiyar Elî’nin aynı isimli romanından uyarlanan performatif oyun, Hüseyin Umaysız tarafından yönetiliyor.
Romanlarında Kürdistan’da yaşananları dönemlerle kurgulayıp somutlaştıran Bextiyar Elî’nin dili atmosfer yaratma başarısıyla buluşup huzur kaçırıyor. Sisli bir zaman dilimini göçün, kokunun, sesin, aşkın, müziğin ve kuşların diliyle anlatıyor. Elî, kendi kıvamında yoğrulan, durarak akan, mekâna ve bireylerdeki fiziksel değişimlere değil de karakterlerin duygularına yönelen bir zaman mefhumu inşa edip öneriyor bize.
Performans da romandaki bu anlatımdan uzak değil. Geleneksel Kürt anlatım tekniklerini, çağdaş sanatın anlatım biçimlerine yaklaştırmayı deniyor. Performansçılar (anlatıcılar), anlatmak ve daha çok anlamak için, bedenlerinde bir yolculuğa çıkıyor, kendi bedenlerinin hafızasını da zorluyor. Kokularda, seslerde, renklerde, şarkılarda ve yaşadıkları zamanda kendi izlerini arıyor. Korkmadan “Bizi biz yapan şey nedir?” diye soruyor. Oyunu izlerken o kokuyu, sesi, hem bedenlerdeki hem duygu durumundaki değişikliği size hissettiriyor. Ve aynı şeyi size de sorduruyor. “Sahi bizi biz yapan şey neydi?”
İzleyici koltuğunda oturanlardan biri de Amed Şehir Tiyatrosu’nu hemen her yıl yalnız bırakmayan ve yaptığı verimli sunumlarla tiyatro oyuncuları ve izleyicileriyle buluşan Doç. Dr. Süreyya Karacabey’di. Bu yıl da “Tiyatro ve Zaman” başlıklı sunumuyla festivalin konuğu olan Karacabey ile tiyatro festivalini, yaptığı sunumu, oyunlara ilişkin değerlendirmelerini ve ‘bizi biz yapan şey’leri konuştuk.
Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü’ndeki görevinden KHK ile ihraç edilen Doç. Dr. Süreyya Karacabey Diyarbakır’daki şehir tiyatrosu oyuncularının hocası.
“Benim öğrencilerim. Belediyede başladıklarında çok parlak bir başlangıç yaptılar. Çok umutlanmıştık. Kayyumla birlikte sözleşmeleri feshedildi ama vazgeçmediler. Kendileri buradaki bazı kişi ve kurumların yardımıyla dayanışmayla bir geleneği devam ettirmek istediler. Ben onların çabasına hep çok saygı duydum.”
Geliyoruz işte!
“Sen kendi belediyende iş yapamazsın diyorlar. Onları çıkartıp tabelanı asıyorsun. Adını bile ele geçiriyorlar. Bunların hepsi çok kaba ve terbiyesizce geliyor. Onları alıp çarşının içinde bir yere hapsediyorsun. Bu çocuklar orada kendileri yemek pişirerek, nöbet tutarak mucize yarattılar. Bu da yetmiyor gibi dar bütçelerle milleti topladılar başlarına. Geliyoruz işte, gelinir, bir biçimde bir araya gelinir. Elbette ki o yokluk; eğer politik bir tefekkürünüz, inadınız varsa yaratıcılığı kamçılar. Öbür türlü ağlak, ‘her şey elimizden alındı” diye dövünen insanlar ortaya çıkar. Buna ilişkin de memlekette manzaralar seyrettik, ağıt yakanı, kendini kötü hissedeni seyrettik ama öte taraftan kendi mucizesini yaratanları da izledik. Bu direnç bence hiç atlanacak bir şey değil. Bana da iyi geliyor.”
“Ben aidiyet duygusu zayıf biriyim ama Diyarbakır’a gelince kendimi evimde gibi hissediyorum. Kentli birinin burada kendini evinde hissetmesinde şöyle bir şey var. Bir boşluğu dolduruyor, güvendeyim. Ben o kadar sıcakkanlı biri değilim aslında ama burada bir sahicilik var, bize, hepimize ait şeyler.”
Karacabey, halkın kendi üretimine ters olan bir takım yabancı unsurların sokulmasının çok saygısız ve kabaca bulduğunu söylüyor.
“Bu işin bir ayarı olur. O süreç benim için bu çocukların bir mücadelesi, düşünün bu ülkede tiyatro yapmak bile bir mücadele gerektiriyor. Tam bir komedi. Ben de her seferinde gelmeye çalıştım. Pandemi hepimizi durdurmuştu. O renkliliği devam ettirdiler. Kentlerde bu kadar yasaklar olurken onlar burada sakince devam ettiriyorlar. Tanımadığım bir sürü insanla tanışıyorum, Kerkük’ten, Erbil’den diğer yerlerden gelen oyuncu ve yönetmenlerle tanışıyorum.”
Kürtçe öğrenmeyi hızlandıracağım
Festivalde oynanan “Qesra Balindeyên Xemgîn”in Bextiyar Elî’nin roman uyarlaması olduğunu ve bu ismi ilk kez duymanın mahcubiyetini yaşayan Karacabey,
“Kürtçe oyunlar oynanıyor. Ben Kürtçe bilmiyorum. Duya duya kulaklarımın aşina olduğu, dinlediğim bir dil. Belçika’dan gelen oyunu izlerken Bextiyar Elî diye bir romancıya çarptım ve o kadar üzüldüm ki. Ben okur-yazarım, edebiyatseverim, fakat bu ismi neden ilk defa duyuyorum? Benim için çok büyük öğretici oldu. Sırf bu nedenle bile olsa Kürtçe öğrenmeyi hızlandıracağım. Kürtçeyi öğrenirsem en azından Bextiyar Elî’yi ben Türkçeye çeviririm. Festival bu tür hevesler de yaratıyor. Bunu küçük bir yere hapsetmemek lazım. Bu kültürel bir üretim ve bize de bir şeyler öğretiyor. Ben o insanların nasıl tiyatro yaptığını tiyatro festivali olmasa hiç görme, tanıma şansım yok. Alman yönetmenleri biliyorum, İngilizleri biliyorum ama örneğin burnumuzun dibindeki Tahran’da bir Kürt oyun yazarını burada tanıyorum. Bana çok acı geliyor. Bu festival aynı coğrafyada hayatları, acıları yakın insanların birbirlerinden o kadar uzak tutulmasına karşı da bir mücadele gibi.”
“Keşke daha geniş bütçeler olsa da daha fazla oyunlar katılsa. Çünkü her şey parayla ve bu çocuklar gerçekten fedakârlık yapıyor. Buradaki bazı insanların gönüllülüğüyle yapılıyor. Dolayısıyla beni sponsorlu, büyük prodüksiyonlu işler çekmiyor, onlara koşarak gitme isteği gelmiyor ama buraya gelmeyi gönülden istiyorum.” şeklinde konuşan Karacabey şöyle devam ediyor:
“Benim için kültürel üretimin ortaklığı da böyle bir şey. Sanat da böyle bir şey zaten. Buradaki insanları ilgilendiren bir şey, beni de ilgilendiriyor. Açılışa şerbetler, pasta, kek yapan aileler, kadınlar ilgilendiriyor. O kadar sıcak ve o kadar bize ait bir şey ki bu, kaybettiğimiz şeyler. Sadece Sur yıkılmıyor. Sadece mekânları kayyumla götürmüyorlar, bunların da yıkılmasını istiyorlar ama burada bu kalıyor bir tek. Bir sürü insan geliyor, oyunları seyrediliyor, dostluklar kuruluyor, birlikte güzeliz.”
Anlamadığı dilde oynanmasına rağmen yaşanan kötü şeylerin oyunlara taşınmasını görebildiğini söyleyen Karacabey,
“Oyunda Saddam adını duyunca dili bilmesem de onların tarihine ait acıları komedinin içinde bile duyuyorum. Acıların birleştirdiği bir hikâye var. Mesele acıyı hayatımıza yapıştırıp, sürekli yas tutmak değil. Oradan ancak birlikte çıkabileceğimiz bir delik burası. Kültürel olanın bu kadar yutulması, el konulması, şarkılarına müdahale edilmesi karşısında bu çocukların çabası çok önemli. Çok doğal bir hak siyasi bir şeye dönüşmüş durumda. Bunu konuşmak bile saçma, insan neden bunun için mücadele versin. Festival başından beri belediyeden atıldıklarından beri bunu devam ettirmeye çalışmaları ve o kararlılık bizim tek tutunacağımız şey. Bize de umut veriyor. Çünkü bu ülkede muhalif olan, azıcık ‘Niye hep beraber kardeşçe yaşamıyoruz?” sorusunu soran herkes bir biçimde cezalandırılıyor. Tabii ki acıda bir hiyerarşi kuramam ama eşitleyemem de. Çünkü bazı yerlerde acıların ne kadar kanadığını çok daha iyi hatırlatıyor. Unuttuğumuz bir şeyi hatırlatıyor. Ben buradan gittikten sonra birçok şey anlamını yitiriyor. Birileri o kadar yakıcı ve güncel bir şeyle boğuşurken şimdi bunun sırası mı duygusunu veriyor bana. O yüzden hep gelmek istiyorum, bunu unutmak istemiyorum, bu duygudan çıkmak istemiyorum. Bu demoralize eden, kötümserleştiren bir şey değil, nerdeyse bütün Kürt oyunlarında müzik var. Hatta gerekmediğinde bile müzik var. Bu çok hoşuma gidiyor. Onu duyduğumda mırıldayan seyirciyi duyuyorum. Bu çocukların çabası o insanları da kamçılıyor.”
Diyarbakır’ın kendi zamanı var
Festival’deki “Tiyatro ve Zaman” başlığıyla yaptığı sunumunda “Önce bir biçimde tiyatro niye bu kronolojik zamandan vazgeçti de daha çok mevcudiyete, şimdi ve burada’nın hikayesine döndü” sorusuna yanıt aradığını söyleyen Karacabey,
“Bu sadece teatral bir seçim değil felsefi bir seçim. Walter Benjamin’in Yahudilerin yaşamını gördükten sonra tarihi maddeciliğe faşizm nasıl zorunlu bir durak olabilir sorusunu, taşlaşmış kanatlarıyla artık uçamayan tarih meleğinin ayaklarının altındaki yıkıntılara bakan ve ancak o meleği devrimlerin olduğu şeyle ilişkilendirip tek eylem zamanımızın da şimdi olduğunu, geçmiş için ne yapacaksak ancak şimdiki eylemle onun intikamını alabileceğimizi, oyun mantığındaki kurgudaki yansıması, kronolojinin bir biçimde niye acıtıcı bir şey olduğunu konuştuk. Zaman geçip gidiyor ve insanları, kurbanları kimliksizleştiriyor. Onları bir tür istatiksel veri haline getiriyor. Oysa onlar bir mekânda yaşadı, bir varlıkları vardı.
Kolayca bir şeyi akıp götürürken bir suça ortak olmanın bütün bunları da içine alan bir şey olduğunu anlıyoruz.”
“Zamanın ne olduğunu biliyorum ama sorulduğu zaman anlatamıyorum” sözünü anımsatan Karacabey
“Diyarbakır’ın da kendi zamanı var. Diyarbakır’daki anla Almanya’daki an farklıdır.“
SÜREYYA KARACABEY KİMDİR?
1988–1992 arasında Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü dramatik yazarlık ana sanat dalında lisans eğitimini tamamladı. “Nâzım Hikmet’in oyun yazarlığı” başlıklı teziyle yüksek lisans programından mezun oldu. Aynı bölümde doktora yaptı. “Modern sonrasında dramatik yapının kırılma biçimleri ve Heiner Müller’in metinleri” tezinin başlığıdır. KHK ile ihraç edilene kadar aynı bölümde Geleneksel Türk Tiyatrosu, Epik Tiyatro, Modern Avrupa Tiyatrosu ve oyun yazma dersleri vermekteydi.