Barış sürecinin baş aktörlerinden biriydi, arkadaşlarıyla birlikte bunun bedelini ödedi. Sırf bu topraklara artık barış gelsin diye, devletin bilgisi dahilinde üstlendiği her şey, mahkemelerde önüne “delil” diye konuldu. Siyasi çıkışları kadar kıssadan hisse veren şakaları da gündem oldu. Gezi’ye koşup gelen Sırrı Abi de oydu, Newroz’da milyonlarca insana çocuk gibi heyecanlanarak barış mektubunu okuyan siyasetçi de.
Yakın dönemimizin en etkili siyasi figürlerinden Sırrı Süreyya Önder’le tanıklık ettiği tarihsel süreci ve bugünü konuştuk.
Söyleşi: Ayşegül Doğan
“Tren kaçmaz”
2011’de, Bilgi Üniversitesi’nde öğrencilere neden milletvekili adaylığını kabul ettiğinizi anlatmıştınız. Hiç gün yüzü görmemiş bir coğrafyanın yurttaşı olarak, barışa dair bir ihtimal belirmesinin sizi teşvik ettiğini ve bu nedenle vekilliği kabul ettiğinizi söylemiştiniz. “Ya şimdi bu barışa bir omuz vereceğiz ya da barışma şansını ebediyen kaybedeceğiz” diyordunuz. Peki, biz ne zaman “gün yüzü” göreceğiz? Tren kaçtı mı?
Sırrı Süreyya Önder: Bu soruyu tarihsel olarak ele almak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü sorun olarak tanımladığımız şeyin kökeni, önemli ölçüde tarihsel süreçlerde yatıyor. Çözüm sürecinde bu kadar inisiyatif alan, rol ve sorumluluk üstlenen birisi olarak “tek bir cümleye indirin” deseler bana şöyle derim: Çok yaygın ve bir zamanlar moda bir soruydu ya, “Kürtler aslında ne istiyor?” Kürtler binlerce yıldır yaşadıkları, çeşitli değişikliklerle kabuk değiştiren topraklarda, güncele geldiğimizde bu toprakların istikbalinde hisse sahibi olmak istiyorlar, söz sahibi olmak istiyorlar. Bu kadar net ve kristalize bir aralığa indirgeyebiliriz. Peki, bu niye mümkün olmuyor ya da niye bir çatışmanın konusu olageldi hep ve giderek de artan bir ivmeyle böyle devam ediyor? İki-üç sebepten. Birincisi, aslında bir anlamda Tanzimat'tan beri oluşan yarığın etrafındaki kutuplaşmalar olarak ülke sosyolojisi. Biçim değiştirmek kaydıyla, özünü hiç değiştirmeden devam ediyor. Tartışılmayan tek şey, barış için medet umduğumuz, barışa bunlar daha yakın, bu taleplerimizi bu kesimler üzerinden daha iyi kavratırız, daha çok destek bulabiliriz dediğimiz kesimler meseleye bu sosyolojiyle ve bu tarihsellikle bakmayı reddediyorlar. Garip bir ev sahibi anlayışı var bu topraklarda. Kendisinden başka herkesi muvakkat sayan, kiracı sayan, işgalci sayan bir anlayış var. Ve bu konuda, demokrat gibi gözüken, Müslüman gibi gözüken, yer yer solcu, sosyalist gibi gözüken kimi birazcık eşelersek eşeleyelim, altından pırıl pırıl bir Türk milliyetçisi ve onun reflekslerinin çıktığını görüyoruz.
Peki, uzak mı? Ya da bu tren kaçtı mı? Bunun iki tarafı var. Ne iyi ki, halen de böyle. Yani bir barışı talep edenler var -ki bunlar sürekli savaşçı olmakla itham edilenler. Yani şiddet bu topraklarda hep bir iş görme biçimi olarak genetik kodlarımıza kazınmış bir yöntem. Hükmedenler de, itiraz edenler de şiddetin gördüğü rol ve işlevi çok yakıcı bir şekilde deneyimlemişler. Şiddeti övme, şiddeti meşru bir yol gibi görme alanından oldukça uzak biri olarak bunu söylüyorum. Fakat işte bu alışkanlığı değiştiremiyoruz. Öbürü çok nitelikli, sabırlı, uzun vadeli, ısrarlı bir çabayı gerektiriyor. Başta anlamayı gerektiriyor; sonra diyaloğu gerektiriyor. İnsanı iyi olarak kabul eden bir anlayışta olageldim ben hep, insan iyidir, kendi özüne bıraktığın zaman ya da onu kötücül noktalara itecek alanları biraz temizlediğinde, dünyanın her yerinde insan iyidir ve insandan umut kesilmez. İnsandan umut kesilmediği için, kesilmeyeceği için. İkinci tarafı şu; Kürtler bütün bu süreç boyunca çok ağır ve yakıcı bedeller ödemelerine rağmen halen barışı bütün hücreleriyle talep ettikleri için bu tren kaçmış sayılmaz. Sadece ortalık vandallara bırakılmış durumda, onların sesi çok çıkıyor. Barışı talep edenler, bu savaş politikalarına itiraz edenler, mübalağalı baskılara, işkencelere, yok sayılmalara, aşsız, işsiz, ekmeksiz bırakılmalara rağmen bir şekilde bu irade, barış iradesi halen ayakta ve halen bel bağlayabileceğimiz durumda. Gelecektir. İlanihaye sürmüş, sonsuza kadar sürmüş bir çatışma ve savaş hali yoktur. Bize düşen, bu sorunun cevabını aramak yerine, “bunun daha az maliyetli gerçekleşmesi için neler yapabiliriz” meselesine yoğunlaşmak.
“Hiçbir şey yerde kalmaz”
Çözüm sürecinde bu kadar aktif olmayı nasıl kabul ettiniz, nasıl ikna ettiniz kendinizi?
Hiç tereddüt bile etmedim. Üstelik olası sonuçlarının, baskın ihtimalin bundan dolayı bedel ödemek olduğunu bile bile, büyük bir arzuyla, büyük bir şevkle ve sıfır tereddütle kabul ettim. O gün fırsat o fırsattı, hep o zamana kadar bunu söylemişsin, o gün sana da bir görev düşmüş, tam da deneyimlerini, varsa fikirlerini sunabileceğin bir süreç ve bir anlamda tarih yazılıyor, ona birinci elden tanık olmanın coşkusu, heyecanı, arzusuyla dahil oldum.
Milletvekili olmamak için çok direndim. Hatta dört gün, eğer Selahattin Başkan beni kandırmadıysa, dört gün benim yüzümden aday listelerini açıklamayı ertelediler. O kadar firar etmeye çalıştım, vekilliği çok kendime göre bir iş saymıyorum, halen de öyle, çok gedayi yaşayan bir insanım ben. Temsiliyet ayrı hassasiyetler gerektiriyor. Orada çok tereddüt ettim ama çözüm sürecinde görev düştüğünde bir saniye bile düşünmedim.
Sonra hiç yorulduğunuz duygusuna kapıldınız mı?
Olmuştur, yorar. Varsa hakkım fazlasıyla helali hoş olsun. Başkalarının hakkını ve emeğini düşündüğümde “hakkım ve emeğim var” demekten bile haya ederim. Ama varsa benden yana helali hoş olsun. Tek üzüntüm, başaramamak.
Başaramadığınızı mı düşünüyorsunuz?
Başaramadık. Henüz başaramadık. Ama hiçbir şey yerde kalmaz. Hiçbir şey yapmadıysak, bu meselenin konuşulabilir olduğunu gösterdik.
Çözüm sürecinde sizi en çok ne heyecanlandırdı?
Başlangıcı çok umutsuz yürüyordu, yani problemleri bir türlü aşamıyorduk. Bir taraftan güncel konu neyse onunla, diğer taraftan bir güvensizlik gerçeğiyle boğuşuyorduk. Fakat Rojava meselesi başladığında, o blokaj çözülür gibi oldu ve ilk defa tarafların böyle ihlas ile yaklaştıkları duygusunu aldım. Bunu hissedince Pervin Hanım, İdris Bey ve ben, Kandil dönüşünde yolda birbirimize sarıldık. “Galiba bu iş artık çözülüyor” dedik. Çok onurlandığımız, umutlandığımız anlardan birisiydi o. Ve son umutlandığımız an oldu. Sonra işte, o baş aşağı gitme dediğim şey oldu.
Newroz mektubunun okunması sırasında siz de oradaydınız. Ben bayağı ilkokul öğrencisi gibi heyecanlandığımı, gerildiğimi hatırlıyorum. Bunu okumanın çok büyük bir onur olduğunu ve bu onuru en son hak eden insanlardan biri olduğumu biliyordum ve bunun da mahcubiyeti vardı üzerimde. Yani bunu tanık olanlar bilir, Kürt siyasal hareketinde bedel ödemiş, uzun bir tecrübesi olan birinin, mücadele için daha sembolik birinin okuması konusunda epey direttim ama sonunda arkadaşlar benim okumama karar verdiler, Sayın Öcalan da öyle. Öyle olunca, iş üzerime kalınca, onun çok tarihsel bir an olduğunun farkındaydım.
Evimi gördünüz, hiçbir fotoğrafım yoktur evde. O fotoğrafı arıyorum, o mitingin böyle güzel açıdan çekilmiş bir fotoğrafını bulursam, bütün bu yasama döneminin anısı olarak saklayacağım. O Newroz mektubunun okunması, o iki milyon insanın gözünden, yüreğinden size dalga dalga gelen coşkusu, iyi duyguları, neşesi… O çok unutulmaz, tarihsel bir andı. En kısa zamanda ondan daha niteliklisini yaşamak dileğiyle. Ama o an, yine unutamadığım anlardan birisi.
Şimdi yeniden sanki böyle bir arayış varmış gibi birtakım haberler, yorumlar var. Bu haberlere dair ne düşünüyorsunuz? Var mı yeniden diyalog ihtimali?
Bu tartışmaların bir tek yanılgısı var. Herkes zannediyor ki, yeniden bir heyet oluşturulacak ve bu taraflarla görüşecek, işte meseleyi, yani önceki çözüm sürecini olgunlaştıracak. Bence devletin en vandal yaklaşımları baş tacı yaptığı zamanda bile bu arayış ve günün sonunda ne olacağına dair çalışmalara hiç ara verilmez, verilmedi de.
“Hayır işi uzarsa şerre dönüşür”
Yani diyalog hiç kesintiye uğramadı mı?
Diyalog kesintiye uğrar. İki taraf tekrar birbirini alabildiğine düşmanlaştıran tutumlar içerisine girer. Böyle de oldu. Ama buna rağmen herkesin barış için zihnen ve fiziken bir hazırlığı sürekli devam eder. Müneccim değilim, herhangi bir kesimden gelen bir enformasyon üzerinden de konuşmuyorum. Sadece tarihsel olarak bakıyorum. Çatışmaların bundan çok daha yüksek seyrettiği günlerde bile sonradan açığa çıkan bilgilerden anlıyoruz ki, bir yandan bu zemin hep yoklanıyor. Birincisi bu. İkincisi, iktidar kanalının geliştirdiği programların, yaklaşımların hiçbirinin zamana bir direnci yok. Zamana mukavim şeyler değil. Yani “yok edeceğim, bu sorunu ülkenin gündeminden kaldıracağım ve bunu da şu şekilde yapacağım” dediği şeyin ömrü önce birkaç hafta sürüyordu, sonra birkaç güne düştü. Şimdi bakıyoruz ki saatler içinde fikir ve yaklaşım değiştirebiliyor. Elinde kullandığı tek enstrüman, zor enstrümanı. Zor da limitli bir şey. Yani bir müddet sonra o zorun üstüne koyacak yeni yol ve yöntemler bulmakta imkânsızlık içerisine düşersiniz, insanlar bir yerden sonra artık bu zoru da ırgalamamaya başlarlar. Dolayısıyla devletin elinde başka bir baskın yaklaşım olmadığı için bu ömürlü bir şeydir, sınırlı bir şeydir ve birkaç yerde duvara toslayacaktır. Ağır maliyetler üretecektir. Nitekim üretmektedir de.
Bu ülkenin kaynakları, bu ülkenin geleceği, bu ülkenin kaybettiği zaman artık yakıcı bir şekilde halkın yoksullaşmasıyla, büyük sıkıntılarla can alıcı bir gündem olarak hayatımıza sızdı. Önceden bu kadar yakıcı değildi. Daha maliyetsiz, daha insani yol ve yordam arayışları artık tabandan da zorlanmaya başladı. İşte yeni bir çözüm sürecini zorlayacak ve gündeme getirecek olan budur. “Şekli nasıl olur?” sorusuna verilecek bir tek cevap var; eskisi gibi olmaz. Onun dışında öngöremeyeceğimiz birçok şekilde zuhur edebilir.
Ama siz yine de belki bir şekil öngörebiliyorsunuzdur tecrübelerinizden hareketle…
Bence aracısız görüşmek durumundalar, bu bir. İkincisi, ön hazırlığını çok ciddi tutmak zorundalar. Barış çok ciddi bir iştir. Savaşmak çok basit, bir tetiğe basmaya bakar. Ama barışmanın birçok alt başlığı var. Bu süreçlerden zarar gören insanları dinlemek, onları sürece dahil etmek. Bu süreçte kriminal bir noktaya savrulan her şeyi ve herkesi teşhir etmek, mahkûm etmek. Talepleri toplumsallaştırabilmek ve şeffaflaştırabilmek ve halkın geniş kesimi tarafından dedikodu alanının dışında, hayatiyetiyle ve ciddiyetiyle tartıştırmak gibi bir sürü boyutu var. Hazırlığını ciddi tutmak, özenli gerçekleştirmek, icra edilmesini de fazlaca zamana yaymamak. Yani o meşhur laf gibi: “Hayır işi uzarsa şerre dönüşüyor.”
Aracısız görüşmek derken, kimler kimlerle aracısız görüşmeli?
Çatışan taraflar. Doğrudan birbirleriyle muhatap olmalılar. Çünkü önceden bir literatür farkı vardı. Kavramlara yüklenen anlamlardan iki tarafın anladığı aynı şey değildi. Ve en önemlisi, bir içtihat yoktu yaslanacak. Yani bizim yürüttüğümüz süreç, kendi içtihadını kendisi oluşturan süreçtir. Ne demek istiyorum? Örneğin bir yerde süreci bozucu bir şey gelişti. Böylesi bir durumla karşılaştığımızda biz nasıl davranmalıyız, bunu bir engel olma vasfından hangi yol ve yöntemlerle çıkarmalıyız konusunda elimizde hiçbir bilgi, birikim ve deneyim yoktu. Hep kendi içtihadını kendisi oluşturarak, ama kimi zaman başarıyla, kimi zaman ağır başarısızlıklarla düşe kalka ilerleyen bir süreçti. Bu o gün öyleydi. Ama bugün için yadsınamayacak bir külliyat oluştu. Yani bugün çıkması muhtemel hiçbir sorun yok ki, geçmişe müracaat edip cevap bulunmasın; “bakın o gün böyle yapıldı, taraflar ya da taraflardan birisi şu şekilde yaklaştı ve sonuç şuralara vardı” denilebilecek bir repertuvarın üzerinde oturuyoruz artık. Onun için geçmişe nazaran artık tarafları birbirine tercüme etmeye, ruhsatlı bir yapı aramaya gerek yok.
Her hâlükârda çatışan tarafların görüşebilmesi için bir formülasyona ihtiyaç var, bir sisteme ihtiyaç var, öyle değil mi? Bu sistemin taşıyıcısı ve sağlayıcılarından biri HDP olabilir mi?
HDP çatışan bir taraf değil. Dolayısıyla öyle bir kimlikle bu süreçlerde yer alamaz, alması doğru da olmaz. Gerçekliği de yok bunun. HDP tam da demokratikleşme, bu meselenin barış temelinde çözülmesi ve ortak geleceğimiz için duyarlılığı ve hakimiyeti yüksek bir yerden bu meseleye dahil olması, en ağır bedelleri ödemiş bir siyasal yapı olması ve bu kimliğiyle dahil olması çok kıymetli bir şey.
“Karşımızda tek bir blok var”
Bu iş AKP'yle, bu iktidarla yeniden mümkün mü?
Bu konuda iktidar ve muhalefet ayrımı yapacak durumda değilim. Çünkü detaylarda, yapısal olmayan kısımlarında, mevcut siyasi yapılarda farklılıklar müşahede edilebilir. “Falancayla filancayı ya da şu yapıyla bu yapıyı aynı kaba koyamayız” denilebilir ve doğrudur. Ama meselenin esas yapısal kısmına geldiğinde, karşımızda aslında tek bir blok var. Nüanslar var, yaklaşım farklılıkları var, fakat deneyimlerimizden ve tarihten biliyoruz ki, bir müddet sonra bugün barışma iradesine sahip çıkmayı vadeden bir yapı üç gün sonra bu sorumlulukla baş başa kaldığında, “ya aslında meseleler sizin bildiğiniz, bizim bildiğimiz gibi değilmiş” plağını çalmaya başlayacak. Onun için, ben iktidar ya da muhalefet diye bir ayrıma gitmeyi doğru bulmuyorum. Kim kamusal sürece hükmediyorsa bizim muhatabımız odur. Aynı ciddiyetle muhalefette olan kesimlere de, aynı ciddiyetle, aynı muhataplıkla bu derdi anlatmak, katkılarını istemek, mümkün olduğunca sürece katmak görüşen tarafların asli sorumluluğu olmalı. Yani kimseyi öteleyen, peşinen mahkûm eden, yok sayan bir noktada durma lüksümüz yok bizim.
İktidar ve muhalefet açısından böyle. Peki Kürt siyaseti ve birlikte yol aldığı diğer siyasi partiler, kurumlar, şahsiyetler açısından nasıl seyretmeli?
HDP, malum, HDP'den ibaret bir yapı değil. Ne kastediyorum? Sivil siyaset alanında ve demokratik düzlemde barışı, barışın önündeki engelleri siyaseten düzenleme, talep etme, itiraz etme noktasında belki dünyanın en deneyimli mirasını barındıran bir siyasal oluşum. Tarihselliği var. Yani yedi yıllık bir parti değil, on yıllık bir parti değil, yaklaşık otuz-kırk yıllık bir mirastan söz ediyoruz. Dolayısıyla HDP böyle bir sürecin en önemli, belki çatışan taraflardan bile daha önemli, temel aktörlerinden birisi olacaktır, rol ve sorumluluğunu yerine getirebilme yetkinliği ne kadarsa. Yani bunun içinde bir barış sürecinden bahsedilecekse önce zeminin bunu konuşmaya elverişli bir hale getirilmesi lazım. Burada HDP'nin talepleri formüle edebilme tecrübesi hayati önem taşıyor.
Bu röportaj üzerinden kendimden örnek vereyim. Soruların muhteviyatı belli. Çünkü uğraştığımız temel alan belli. Bununla ilgili soracağınız her sorunun iki cevabı var ya da birden fazla cevabı olabilir. İndirgediğinde iki cevabı var. Fakat o iki cevaptan birisinin karşılığı yıllarca hapis. Yasal düzlemde, böyle yasal ve demokratik olmayan bir durum olduğunda siz bu meseleyi tartışamazsınız. Rahatça, özgürce kendinizi ifade edemezsiniz. İşte bu alanlarda bunun nasıl düzenleneceğine dair HDP'nin tecrübeleri, yaklaşımı ve önermeleri tabiri caizse altın kıymetinde, hayati önemde. Onun için burada asıl sorun, bu konuda yer alacak kesimlerin başkalarının işlevine soyunması.
Kim kimin işlevine soyunuyor?
O alan bizim ülkemizde çok değişken. Diyelim ki Kültür Bakanı, bir Genelkurmay Başkanı gibi konuşuyor ya da demokratik sistemin olmazsa olmaz bir siyasal temsilcisi, savaş diline müracaat edebiliyor. Alan karmaşasından kastettiğim şey bunlar. Bu iş, sadece demokrasi güçlerinin ve demokrasiye inananların çözebileceği bir şeydir. Çünkü bu yaklaşımı, bu kolaylaştırıcılığı onlar görürler. Onun dışında silahlı bürokrasi de, silahlı gruplar da meseleye savunma ve öldürme, yok etme, etkisiz bırakma, adına ne derseniz deyin, bu eksenden bakmak durumunda. Bununla alınacak bir yol yok. Eğer barış paradigmasını temel alacaksanız sivil kurumların, demokratik kurumların, temsilcilerin bu süreçte söz, yetki ve karar sahibi olmaları gerekiyor. Bunun altyapısının hazırlanması gerekiyor.
“Bu nasıl başlayacak” meselesine dönersek; ciddi bir özeleştiri süreciyle başlamak en sağlıklısı olur kanaatindeyim. Yani biz bir süreç başlattık ve bir yerde akamete uğradı. Bunda sürece müdahil olan kesimlerin sorumluluğu, hataları, eksikleri ve kendilerinden kaynaklanmayan dış faktörler var. Bunların ayrıntılı bir analizini yapmak, bununla yüzleşmek, bunu görünür kılmak, bilince çıkarmak ve ondan sonra, onun üzerinden yeni bir yaklaşımla yola çıkmak. İlgili kesimlerin bu konuda samimi bir yüzleşme ve özeleştiri yaklaşımına girmeleri, bunu da pratiklerinde hissettirebilmeleri, inanılır kılabilmeleri yeni bir süreç için olmazsa olmaz bir yaklaşım. Onun dışındaki her şey mühendislik kokar. Barış da mühendislik çabalarıyla gelmeyecek kadar girift bir problem.
“En ağır bedeli ödeyen tek kesimiz”
Siz hiç böyle bir özeleştiri yaptınız mı HDP olarak ya da kişisel olarak? Veya şimdi yapsanız ne derdiniz?
Yaptım. Zaman zaman heyet olarak da yaptık, parti olarak da yaptık. Sözcülerimiz, eş genel başkanlarımız, süreçte rol alan insanlar ve ben zaman zaman bunu dile getirdik, getirmeye de devam ediyoruz. Bu konuda en şeffaf yapıyız, başka türlü bir hesap, beklenti ve çıkarın içerisinde değiliz, bu bir. Barış olmadığı zaman en ağır bedeli ödeyen tek kesimiz, bu da iki. Dolayısıyla bizim samimiyetimizi, bu konudaki içtenliğimizi hiç kimse sorgulayamaz. Bizden başka belki herkesin içtenliği ve samimiyeti sorgulanabilir. Çünkü savaşa dönüldüğünde onlar hiçbir bedel ödemiyor. Oysa bizim başımıza gelmedik kalmıyor. Onun için, tüm bu ağır duruma rağmen en cesur yüzleşmeyi ve hesaplaşmayı yine bizler yaptık.
Kendi adıma, tekraren söyleyeyim, barış talebini toplumsallaştırmada eksik kaldık, yetemedik. Engelleri, blokajları aşma konusunda daha yaratıcı yol ve yöntemler bulabilirdik. Bulamadık, yetemedik. Sebepleri var. Bahsi diğer. Mazeretlerimiz var elbette ama hüner tüm bunların üzerine çıkabilmekteydi. Bu kadarını yapabildik. Dolayısıyla bizim açımızdan bu bir eksikliktir. Hakkımızda söylenen şeyler, buğz edilen şeyler, çoğu gerçek değil.
Dolmabahçe Mutabakatı’ndan Davutoğlu'na kadar süreç hakkında bir sürü şey söyleniyor, siz hangilerinden bahsediyorsunuz? Örnek verecek olursanız…
Bu “hendek” meselesine yaklaşımda sivil siyasetin yeterince inisiyatif alamadığı kocaman bir yalandır mesela. Siyaset can telef etti. Aktörlerin tümü can telef ettiler. Fakat önüne geçemedik. Dolayısıyla ben, bir özeleştiriden bahsettiğimde, savaştan kendini besleyen, savaşla var olabilen, bunun dışında bir logaritmaya ne aklı eren, ne bunun oluşturucusu olmaya gücü, kapasitesi yetmeyen insanların ağzında çiğneyip durduğu iki, üç tane sakızı kastediyorum. Ama bu sorunu aşacak yaratıcı yol ve yöntemleri bulamamayı, bunun için daha fazla çaba gösterememiş olmayı, kendi adıma mahkûm edilmesi gereken bir şey olarak görüyorum.
“Barış Korkusu devreye girdi”
“Can telef ettik ama önüne geçemedik siyaseten” diyorsunuz. Yani hendekler yaşanmasa süreç başka bir hal alabilir miydi?
Tek tek olaylar üzerinden, “şu olmasaydı böyle olurdu” demenin sağlıklı bir yaklaşım olduğunu düşünmüyorum. Gerçeği karşılamıyor çünkü. Gerçek çok parçalanabilir bir şey. Bir kenarına fokuslandığında oradan kendi haklılığına argüman üretmek dünyanın en kolay işidir. Ama demagoji tabanlı bir şeydir. Bunu yapmamak lazım. Buna tenezzül etmemek lazım. Onun için “şu olmasaydı şöyle olurdu, bu olmasaydı böyle olurdu” diye, tek bir meseleye indirgenemez. Mesele, en genel başlığında, benim kişisel değerlendirmeme göre şu: Literatürde “barış korkusu” denilen şeyin süratle devreye girmesi ve çatışma sonrası çözüm süreçlerinde çok sık karşılaşılan bir durum olarak kayda geçen şeyin bizim de başımıza gelmesi. Yani, bütün örgütlenmesini, bütün tahkimatını savaşa göre oluşturmuş; bütün dilini, reflekslerini bunun süzgecinden geçirmiş yapılar, kurumlar, devlet, iktidar, örgüt, ne derseniz deyin; bunlar barış böyle uzansan dokunacak mesafeye geldiğinde birdenbire literatürde “barış korkusu” denilen şey devreye giriyor. Statü endişesi, bundan sonrasına dair ne yapacağını ya da ne olacağını bilememe hali gibi bir sürü şey. Bir bu. İkincisi, bu bizim topraklarımızla sınırlı bir şey değil, bir Ortadoğu meselesi. Dolayısıyla da gelinen konjonktürde baktığımızda bir dünya meselesi. Dünya meselesi olunca da sizi size bırakmazlar. Hüner, bunu kendi dinamiklerinizle, fazlaca zamana yaymadan çözebilmekte. “Hayır işi uzarsa şerre dönüşür”den kastettiğim bu. Bölgeye dair hesabı olmayan hiçbir küresel güç odağı yok. Hepsinin bölge üzerinde bir hesabı var. Dolayısıyla kimi zaman gelişmelere meyil vererek, kimi zaman provoke ederek, kimi zaman aleni yaptırımlar, blokajlar ve benzeri şeyler uygulayarak süreci kendi çıkarları neyi gerektiriyorsa o tarafa evirmekte bizlerden çok daha mahirler ve güçlüler. İşte bunların üzerine çıkabilmekte.
Dolayısıyla sürecin bozulmasının sebebi, tahkimatın, barış tahkimatının zayıflığından. Bütün bu savaş isteyen güçlerin, savaştan fayda bekleyen ya da faydası olan güçlerin organize yaklaşımları karşısında, barış isteyenlerin son derece güçsüz kalması.
Bir söyleşinizde, “Davutoğlu'nun başbakanlığı döneminde her şey baş aşağı gitmeye başladı” demiştiniz. Bu süreci hızlandıran bir faktör olarak mı görüyorsunuz Davutoğlu’nu?
“Davutoğlu değil de Binali Yıldırım olsaydı farklı olur muydu”nun cevabı kocaman bir hayır olduğu için, bütün meseleyi hocanın üzerine yıkmak doğru bir değerlendirme olmaz. Sadece o süreçte görevde olan o olduğu için bu değerlendirmeyi yapıyorum. Ama onun da bu logaritmayı anlama, kavrama ve buna dair, bunu aşabilecek yaklaşımlar geliştirme konusunda, benim durduğum yerden bakınca, parlak bir sicili olduğunu söylemek imkânsız. Yani sorumluluk ve vebal sahibidir, ama “bütün bu süreç Davutoğlu yüzünden altüst oldu” demek de büyük bühtan olur.
“Bu ülkenin tarihinde, ilk ve tekti o mutabakat”
Dolmabahçe Mutabakatı'na giden süreçte ne oldu? Dolmabahçe Mutabakatı'ndan sonra her şey görünür bir biçimde daha kötüye gitmeye başladı ve sonra süreç sonlandı…
Önce Dolmabahçe Mutabakatı neydi, onu konuşmak lazım. Dolmabahçe Mutabakatı bu ülkenin tarihinde, ilk ve tek olarak barış konusunda bir ortak yaklaşımın imza ve zabıt altına alınma biçimiydi.
Kimleri kapsıyordu bu ortak yaklaşım?
Tam da işte çatışan tarafları, yani devletle PKK arasında süren bu meselenin demokratik bir zeminde çözülmesine dair bir yol haritasıydı. Ve baktığımız zaman, bugün muhalefetin gadrettiği gibi Dolmabahçe Mutabakatı’nı bir metin olarak okuduğunuzda tüm taleplerin demokratikleşme eksenli olduğu görülecektir. Yani, toprak talebi yoktur, özerklik talebi yoktur, aklınıza gelebilecek, böyle bir süreçte şerh edilmesi gereken şeylerin hiçbirisi yoktur. Bütün mesele demokratikleşme zeminine oturtulmuştur. Niye? Demokratik bir zemin ve çatışmasızlık bir araya gelince, ondan sonra bu meselenin diğer boyutlarını tartışmak, geliştirmek, yol almak daha kolay olacaktır. Dolayısıyla, tarihte ilk defa Türkiye Cumhuriyeti devleti bir konuda, o güne kadar çatıştığı bir kesimle oturup bir deklarasyonu dile getirdi.
Bu resim statükoyu çok rahatsız etti. Yani, Türkiye'nin yaklaşık 100 yıllık tecrübesinde, daha geriye götürmek de mümkün, pek alışıldık bir şey değildi. Ve süratle kriminalize edilmeye başlandı, bir. İki, flash-forward dediğimiz ileri sarma mekanizması çalışmaya başladı. Yani “siz bugün bunu yaparsanız yarın şunu da isterler.” Haldeki durumu tartışmaktan çok muhayyel tehlikeler ve tehditlere odaklanan, hücum şeklinde bir itibarsızlaştırma yaklaşımı, mahkûm etme anlayışı, pratiği gelişti. Buna karşı bu mutabakatın iki tarafı vardı. Birisi iktidar. İktidar bizim savunduğumuz cesaretle, kararlılıkla bu mutabakata sahip çıkmadı. Daha birkaç saat geçmeden, tevil yoluna gitmeye başladı.
Biz de oradaydık, gazeteciler olarak kapıda bekliyorduk, içeri alınacağımız söylendi. Yani sizin o açıklamayı basın mensupları oradayken yapacağınız söylendi. Ama sonra kimse hiçbir açıklama yapmadı. İçeri de alınmadık ve sonra ekrandan izlemeye başladık…
Bunu biz de sorduk. 1200’ün üzerinde ulusal ve uluslararası gazetecinin kapıda olduğu söylendi bize. Yani akredite eden, talep eden, geleceğiz diyen 1200’ün üzerinde ulusal ve uluslararası temsilci oradaydı medyadan. “Bunun fiziken imkânsızlığını düşündük” dediler ve “Anadolu Ajansı canlı yayın yapacak, herkes buradan alacak” dediler. Nitekim de öyle oldu. Yani biz orada ne konuştuysak canlı olarak dışarıya senkronize bir şekilde aktarıldı. Onun dışında, “ne düşündüler, niye bundan vazgeçtiler” bahsinde fazlaca bir bilgimiz yok. Bize söylenen bu.
Peki Cumhurbaşkanı Erdoğan niye rahatsız oldu Dolmabahçe Mutabakatı’ndan?
Başlangıçta rahatsızlık ifade etmedi, hatta şunu söyledi: “Biz biraz daha fazlasını bekliyorduk” dedi. Çünkü Öcalan'dan silahsızlanma kongresi için tarih vermesini bekliyorlardı. Öcalan da bunu, o güne kadarki deneyimlerinden yola çıkarak, “bundan sonrası üçüncü bir gözün nezaretinde yürüsün, o üçüncü göz dediğimiz insanlar geldiğinde ben bu tarihi deklare edeceğim” yaklaşımı gösterdi. Erdoğan’ın “Daha fazla bekliyorduk” dediği oydu. Daha sonra bu salvolar başlayınca, “ben o resmi de doğru bulmuyorum, ne üçüncü gözü” noktasına geldi. Oysa başlangıçta ilk demeci, “biz biraz daha fazlasını bekliyorduk” şeklinde, olumlayan bir yerden.
Mutabakat metninden kendisi de haberdardı, öyle değil mi?
Elbette ki. Yani bu işler ciddi işlerdir, oturup benim, senin, ötekinin yazacağı bir şey değildir. Yaklaşık bir buçuk aylık bir tartışma ve çalışmanın ürünüdür o metin.
Peki, Cumhurbaşkanı Erdoğan niye daha fazlasını beklediğini söyledi ve neden sonra tevile kadar gitti?
Bilemem… Bir gün kendisine sormak lazım onu.
Şimdi de birtakım görüşmeler olduğu söyleniyor…
Bilmiyorum. Spekülasyon yapamam yani.
“Benim meşrebimde ‘bir iş bitti’ demek yok”
Barışa şans verme, omuz verme, ortaklaşma meselesine dönersek tekrar, Türkiye için yine böyle bir dönem tasvir ediliyor. Bu ortaklaşma açısından tren kaçtı mı?
Benim meşrebimde “bir iş bitti” demek yok. Ben buna yatkın değilim. Başka şansımız mı var? Ben meseleye böyle bakıyorum. Başka bir şansımız yok. Sonsuza kadar çatışacak mıyız? Buna bir yerinde “dur” demek lazım, “yeter” demek lazım ve bu konuda ısrarlı bir çabanın içinde olmak lazım. Dolayısıyla “tren kaçtı” demek çok teslimiyetçi bir yaklaşım olur. Onu demekle bitmiyor ki. O zaman bütün bu alanlardan çekilmen gerekiyor ya da başka bir biçim alman gerekiyor. Yok. Barışta ısrarlı olmak lazım. Yani bir kişi bile barışı talep etmeye devam ederse barış umudu var demektir. Ben meseleye böyle bakıyorum.
Peki muhalefetin altılı masada yan yana gelişi…
Muhalefet bu konuda dünya gerçekliğinin gerisinde, sorun bir parça oradan kaynaklanıyor. Muhalefet derken iktidarın dışındaki bütün kesimleri kastediyorum. Meseleyi bir sistem tartışması bazında ele almaktan ödü kopuyor muhalefetin. Ya buna yatkın değil ya da buna yetkin değil. Her ne hal ise, meseleyi sistem bazında ele alamıyor. Şunun gibi bir şey; muhalefetin ya da her dönem değişen muhalefetlerin kurumlara dönük muazzam eleştirileri oluyor. Yakın dönem siyasi tarihe bakın, YÖK’ü eleştirmeyen hiçbir muhalif yapı bulamazsınız. KPSS ya da diğer yerleştirme sınav ve yöntemlerini adaletsiz bulmayan bir tane yapı bulamazsınız. Ama bunların her biri iktidar olduğunda, sanki bu kurumun başındaki ya da karar süreçlerindeki insanları değiştirince, iyi bir şey olacakmış zannıyla davrandı hep: “Tabii ki biz daha iyi yaparız.” Dolayısıyla sistemi tartışmaktan, sistem üzerine düşünmekten oldukça uzak bir noktadalar. Acizler bu noktada. Belki buna cesaretleri yok. Birçoğunun zaten sistemle bir derdi yok. Ama sistemle derdi olan insanlar, sistemin dışında olanlar ya da kendini böyle beyan edenler sistemin dışındaki her şeyi tartışıyorlar.
Sistemi tartışmadan olayları ve kişileri tartışmak bu toprakların malul olduğu bir şey, eksiklik. Tarihten beri böyle olmuş. Muhalefetin önemli bir kısmının da yaklaşımı bundan ibaret. “O kurumun başından o gider falanca gelirse tabii ki işler daha iyi olur” sığlığında. Oysa sistemi tartışmadan alınacak bir yol yok. Ve muhalefetin iyi niyetinden de şüphem yok. Ama buna Atçalı Kel Mehmet Sendromu diyorum. Benden önce böyle kavramlaştıran oldu mu, bilmiyorum. Atçalı Kel Mehmet, önemli dersler çıkarılacak bir figür ve olay. Aydın İsyanı, 1829-30 yıllarında bu toprakların gördüğü en önemli altüst oluşlardan birisi. Eric Hobsbawm, Atçalı için “sosyal eşkıya” diye bir tanımlama yapar. Durum tarihsel olarak bugünle bir analoji kurmaya müsait. Osmanlı’nın bir vergi toplama sistemi var, bunu voyvodalar eliyle yapıyor. Bugünkü kavramlar, bugünkü harita üzerinden konuşursak, Ege Bölgesi'ni ihaleye çıkarıyor. Padişah bunu birine irade ediyor, voyvoda da mültezime. Ama kuraklık varsa, savaş varsa, başka güçlükler varsa ahaliden bu parayı tahsil etmek güçleşiyor, güçleşince zor devreye giriyor. Voyvodalarla mültezimlerin zor kullanma hakları var. Ahalinin tepesine çöküyorlar, 30 bin saraya verecekse, 30 bin de kendisi ziftlenecek. Onun için halkın üzerine sopa, baskı, zulüm, öldürme, yağma, talan, bununla gidiyorlar. Atçalı Kel Mehmet böyle bir ortamda ortaya çıkıyor. İtiraz ediyor. Ve temel düşüncesi şu: “Padişahımız, efendimiz aslında iyi, bu zalim voyvodalar olmasa ne güzel olacak.” Dolayısıyla voyvodaları hedef alıyor. Ne kadar yakıcı bir talebi dile getirmiş ki, hiçbir zor kullanmadan, hiç kimseyle çatışmadan, birdenbire bütün Ege, Aydın, Manisa, İzmir havalisi etrafında toplanıyor. On binlerce insan iltihak ediyor Atçalı Kel Mehmet’e. Şimdi bugün efelik olarak folklorik bir şeye indirgenen kurumun ilk anayasasını yazanlardandır Atçalı Kel Mehmet. Kadına el kaldırılmaz kuralından tut, düşküne vurulmaz, aman dileyene vurulmaz, kimsenin malına, canına kastedilmez. Sonra Tanzimat'ın maddeleri olabilecek ne kadar talep varsa Atçalı Kel Mehmet tarafından dile getiriliyor. Ve voyvodalarla mültezimler bölgeden canlarını zor kurtarıyor, kaçıp gidiyorlar. Saray epey bir süre baş edemiyor. Atçalı Kel Mehmet sürekli olarak, sosyal hayatı halk lehine, mazlumlar lehine düzenleyen bugünkü tabirle yönergeler, talimatlar, fermanlar yayınlamaya başlıyor. “Sosyal eşkıya” olarak nitelenmesinin sebebi şu: Bütün bu sarayın vergisinin bir kuruşuna dokunmuyor. Kendi cebine ya da yâranlarının cebine bir çeyrek altın girmiyor. Sadece o zorbalığa bir itiraz olarak çıkıyor. “Efendimiz iyi sistem iyi, ah bu kötü voyvodalar!” Etrafındakiler buna bir akıl veriyorlar. Diyorlar ki, “sen bu kadar ferman yayınlıyorsun, bir mührün olmalı.” Voyvodayı da kovduğu için kendisini artık vilayetin valisi olarak görüyor. O zamanlar mühür biraz kendini tarif eden şatafatlı şeylerle yazılıyor: “Yedi cihan hâkimi, Rum'un fatihi” gibi. Atçalı kendi mührüne şunu yazdırıyor: “Vali-i vilayet, hademe-i devlet, Atçalı Kel Mehmet.” Bugün Aydın’ın Atça kasabasında büstü vardır, o heykelin altında bu mührün kabartması da vardır. Vali-i vilayet, vilayetin valisi, hademe-i devlet devletin hademesi, hizmetkârı. Bu çok önemli. Bu Atçalı’nın sistemden hiçbir şey anlamadığının en trajik dizesi. Zulmün voyvodalardan kaynaklandığını sanmanın saflığı. Muhtemelen bir tiyatrosu yapıldı, iki tane de filmi çekildi, belki birkaç da kitap var. Ama ben bir sinemacı gözüyle de baktığımda, onun ölüm anının dünyanın en trajik ölüm anı olduğunu düşünürüm. Çünkü İkinci Mahmut, bunun artık mühür de bastırdığını duyunca, civardaki dağınık güçlerini toplayıp kuvvetli bir orduyu bunun üzerine gönderiyor ve Atçalı bütün adamlarıyla beraber öldürülüyor, padişah eliyle, sistem eliyle. Muhtemelen ölürken şunu düşünmüştür diyorum ben: “Ya ben ne yaptım, ben efendimize son derece bağlıydım, ben yalnız bu zalim voyvodalara itiraz ettim.”
“Sistem muti kul ister”
Muhalefet eğer sistemi tartışmazsa, hepsi sistemin bıçağının altına yatacak. Ve anlayamayacaklar: “Ya biz ne yaptık, biz bu devlete bendelerdik, bu devleti, milleti, bayrağı önceliyorduk. Bunlara sıdkı sadakatle bağlıydık. Bizi niye böyle etti devlet?” Ancak son nefesinde idrak ettirir adama sistem. Sistem, zalim bir şeydir. Yukarıda becerikli hain, aşağıda muti kul ister. Onun için muhalefet akıl ederse, sistemi tartışmak durumunda. Ancak o zaman kendisini, iddialı bir cümle kurayım, on yıl sonrasına taşıyabilir. Bunu akıl edenler, örgütlenmesini ve kitlelere yaklaşımını bu temelde geliştirip dönüştürebilen siyasal yapılar geleceğe kalacaktır. Yoksa bugün çok cesametli gibi gözüken birçok siyasi yapının mülga olduğunu göreceğiz. Çok değil, on yıl içinde. Hayatın paradigması değişmiş, sen nerelerdesin? Yani “Z kuşağı” dedikleri şey var ortada. Gelmiş aslında gelmekte olan. Yeni bir paradigma, yeni bir yaklaşım, küreselleşmenin getirdiği binlerce cüruf ve sen halen babadan atadan kalma literatürle sadık bendeler olduğunu varsayarak bir toplum tasavvuru, bir gelecek inşasına nasıl oynuyorsun? Vasıta elverişsiz, tespit temelsiz, yaklaşım saçma. Bununla alınacak bir yol yok.
Herkes muhalefete böyle söylediğimizde zannediyor ki, işi gücü bırakmışız muhalefetle uğraşıyoruz. Öbürü zaten iktidar. Öbürü zaten her gün kanımızı iliğimizi emmekle meşgul. Umut, iktidarın dışında kalan sosyal-siyasal yapıların bir araya gelmesinde. Onun da hal-i pür melali bu. Çözümden anladığı bu ve umutlanmak için bir sebep vermiyor. Tekraren söylüyorum ki, hepsinin samimi olduğuna inanıyorum. Ama çi fayda?
“Bağrımızda taş basacak yer yok”
Son zamanların en çok konuşulan konusu, 2023’e doğru giderken ne yapılacak, nasıl bir yan yana geliş olacak? HDP birtakım şartlar sıralıyor, “açık bir mutabakat, açık bir diyalogdan yanayız; ortak adaylık konusunda bizim fikrimiz alınmadan gelecek herhangi bir teklife kapalıyız, gerekirse kendi adayımızla yola devam ederiz” diyor. Siz de daha önce Kandıra’dan çıktığınız zaman demiştiniz ki “keşke bağrımıza taş basmak gerekmeseydi”. HDP seçmeni tekrar bağrına taş basmak zorunda mı kalacak 2023’e giderken?
Bazı tarihsel dönemler vardır. Şimdi bakıyoruz o faşizmin yeniden inşa edilmesi, her gün üzerine bir briketin de sözüm ona sofistike yaklaşanların koyması meselesinde, bizim süreçteki olası eksikliklerimiz ya da gerçekten hatalarımız, yanlışlarımız, yetemediğimiz durumlar üzerinden yapılan muazzam bir kriminalizasyon var. Sıradan insanın algısında onlar pirüpak ve biz bir sürü yalan yanlış süreçlerin içinde olmuş aktörler gibi gözüküyoruz.
Fark yaratan şeyler vardır tarihte, kıymetli olan da budur. Şimdi farz edelim ki muhalif bir siyasi yapının milletvekili, bu meseleyi dert etmeden bu konuda bir söz söylemeden değerli olmaya devam edebiliyor ama fark yaratan ve tarihe kalacak olan bizim yaklaşımımızdır. Çünkü herkes onun gibi yaklaşırsa, bir müddet sonra kasabın bıçağı onu da bulacak. Tipik Almanya analojisi gibi; onu götürdüler seslenmedim, bunu götürdüler seslenmedim, beni götürdüler seslenecek kimse kalmadı. Bu bana alçaklık gibi geliyor. Fark yaratan, kıymetli olan bir çabanın içindeyiz ve utanmadan iktidar eleştirisi adı altında “siz de Öcalan’la görüştünüz” diyorlar ve sonra da bağrımıza taş basmamızı istiyorlar. Ben bağrımıza bakıyorum, yeni bir taş basacak yer bırakmadılar. Onun için daha vaktiyken, henüz geç olmadan belki biraz ölçüyü kaçırmış olabilirim, belki biraz ağır konuşuyorum gibi gelebilir ama eğer bu ülkede demokrasinin gelmesini gerçekten dert ediyorsanız, daha bir seneye yakın bir zaman var, oturun, bunu en azından tartışın kardeşim ya da benim gibi düşünenlere deyin ki, siz bu konuda doğru düşünmüyorsunuz sizin öngörüleriniz, analizleriniz sağlıklı değil. Bunu yapın. Öbür türlü gerçekten şapkayı koyacak bir masayı şimdiden ayarlamak kaçınılmaz.
HDP’nin bağrına taş basması sonucu yerel iktidarı kazanan hiç ama hiçbir yönetici, seçimden sonra “niye bağrınıza taş bastınız, verdiniz sağ olun ama bağrınıza niye taş bastınız, biz size ne yaptık ki” sorusunu sormadı. Bundan daha büyük bir aymazlık olamaz. Herkes tatlı su kurnazı. Aldık tamam, işimiz bitti. İcap ederse yine böyle alicengiz oyunuyla, seçeneksiz bırakma numaralarıyla bir daha alırız zannediyor. Oysa bana, benim doğal tabanım olmayan bir kitle “bağrımıza taş basıp sana oy vereceğiz” dese günlerce uykuyu yitirirdim ben. Niye böyle hissettiler diye sorar ve bir dahakinde bağırlarına taş basmamaları için yapabileceğim şeylerin imkân zeminini arardım.
Bunların imkân zemini nedir?
Bunların imkân zemini önce bu soruyu sormak. Bunu söyleyene hiç kimse gidip sordu mu kamusal alanda ya da özel alanda, “ya Selahattin Bey sağ olasın, var olasın ama niye seçmeninizin bağrına taş basmasını istediniz?” Zannediyorlar ki, haksız yere tutukludurlar siyasi tutukludurlar, demekle bu iş bitecek. Bu iş onunla bitmez. Yapısal, tarihsel, sosyo kültürel, siyasal birçok arka plan unsuru var.
Kemal Bey bir helalleşme açıklaması yaptı, o bu söylediğinize karşılık gelmez mi?
Kemal Bey’i tüm bu siyasi tablo içerisinde çok yüksek ve kıymetli bir yerde görüyorum. Çabalarını, yaklaşımlarını fazlasıyla kıymetli görüyorum, soylu bir çabanın içerisinde olduğunu düşünüyorum. Fakat bu yeter mi derseniz, cevabı kocaman bir hayır. Malum, cehenneme giden yolun taşları iyi niyetle örülmüştür. Onun için öncelikle bizim oyumuzla yerel iktidara gelmiş olan yöneticiler, partiler, yapılar işe bu bağıra taş basma meselesinden başlamakla mükellefler. “Arkadaşlar yeni bir sürece giriyoruz, geçen sefer bağrınıza taş basmıştınız. Ne yerde taş kaldı, ne bağrınızda yer kaldı, bağrınız Karacaahmet mezarlığını geçti taş dike dike. Ne yapabiliriz?” Bu soruyu sordukları zaman o imkân zemini ortaya çıkar. Ama herkes tatlı su kurnazı.
Fakat bu soru soruluyor gibi görünüyor, HDP ile altılı masa arasında doğrudan kamuoyuna yansımasa da dolaylı da olsa bir görüşme, bir trafik, bir istişare kurulu var, bir ortak aday vizyonu oluşturulmaya çalışılıyor.
Bunca süreç geçirmiş birisi olarak falanca adayda ortaklaşalım meselesinin yeteceğini düşünmüyorum… Kim ki buna dayanarak bir hesap yapar, seçimin ertesi günü şapkasını koyacağı bir masa arasın şimdiden.
“Bize kendi ismimizi layık görmedi”
Ben bir ana yaklaşıma işaret etmek istiyorum. Siz, sizin derdinizi çözmeye gönüllü bir yapıyı 40 metreden tanırsınız. Siz, sizin derdinizle hemhal olacak, onu çözecek cümleyi fısıltıyla edilse bile duyarsınız. Onun için bunlar derde deva işler değil. Kamusal alanda şeffaf, açık olmalı… hadi ben de altılı masaya şunu sorayım, kendi açıkladıklarından anladığımız kadarıyla memleketin en önemli meselesi hakkında ne tartıştıklarını duyduk ne konuştuklarını. O altılı masadaki partilerden birinin temsilcisi bize isimlerimizi layık görmüyordu, isimlerimizi … Ben bunlara Selahattin, Sırrı, Emine, Pervin adlarını layık görmüyorum diyordu. Çok merak ediyorum ben, yahu acaba bunlar iktidara geldiğinde ismimizi bize layık görecekler mi? Bunun cevabını almadan hiç kimseyi hiçbir tatlı su kurnazlığıyla hiçbir yere sevk ve idare edemezsiniz. Bu hesabı yapan herkes oturup işi ciddiyetle ele almak durumundadır.
HDP’yle de açık diyalog kurmak durumundadır diyorsunuz…
Evet. Neyimiz var bizim? Bu ülkenin en şerefli insanlarıyız. Bizim yanımızda durmayacak ne var? Demokrasi mücadelesi deyip duruyorsun. Partisinin üçte ikisini cezaevine vermiş, bir sürü insanını toprağın altına vermiş bir yapı. Sen ne yapmışsın? Bir bardak çayından vazgeçen üç kişi söyle. Cezaevindeki mevcudunuzu söyle diye sorarlar adama. Sen oradan kalkacaksın, bana demokrasi donu biçeceksin öyle mi? Ve sonra da ufak kurnazlıklarla beni sevk ve idare edeceğini sanacaksın. Geçti Bor’un pazarı, eşeği sürecek Niğde’yi bile bulamazlar. Ciddi olacaklar, dürüst olacaklar, kararlı olacaklar, cesur olacaklar. Olunacaksa şimdi tam zamanı. Öyle “hele durun, biz kendi aramızdaki işi çözelim, size de Allah kerim, geldiğimizde biz hiç onlar gibi davranır mıyız” laflarına karnı tok bu kitlenin.
HDP hâlâ kilit bir parti konumunda mı?
Propaganda kısmını bir kenara bırakırsak bin tane oyu olan yapı bile kilit partidir. Her seçimde böyledir. Yani öyle olur ki bir oy bir seçimin dengesini değiştirir. Benim derdim seçim falan değil. Seçilseniz ne olur, kaybetseniz ne olur. Benim derdim memleketin gelişimini, gelecekteki zamanını bloke eden devasa üç beş mesele konusunda siz ne düşünüyorsunuz, ne yapacaksınız? HDP iktidar olmuş, ana muhalefet olmuş, kapatılmış, barajın altında kalmış, bunlar önemli değil ki. Seçimde şuna oy vermiş, buna oy vermiş. Ben oradan bakmıyorum. Bizim cebimizde bir plan var, günü geldiğinde öyle yapacağız, diyen bir yapı değil HDP. HDP’de bu süreçler en küçük biriminden tartışıla tartışıla olgunlaşır. Bütün katkı sunanlar, dost halkaları, dayanışma içinde olduğu yapılar, kendi kurumları, hepsinde tartışılır, olgunlaşır, üst organlarımıza gelir. Orada da kıyasıya tartışılır ve HDP’nin karar verildiği anda mobilize olabilme gücü de buradan gelir. Sokaktaki bireyinden işyerindeki bireyine, üyesinden dostuna herkes orada kendi kararını, kendi tepkilerini, duygularını görür ve hisseder. Onun için HDP’nin bir planlama yapıp hayata geçirmekte zorlandığı bir şey gördünüz mü? Aşağıdan yukarıya bu sürecin ürünüdür.
“Altılı masa kendi içinden sabote edilebilir”
Altılı masanın akıbetini nasıl görüyorsunuz?
Falcılık edecek halim yok. Kendi siyasi zekâlarına ve yaklaşımlarına bağlı. Ama muhtemelen kendi içlerinden sabote edileceklerini düşünüyorum. Yani bu görünümde seçimlere kadar taşıyamayacaklarını düşünüyorum ve bunda da temel sıkıntının kendi bileşen yapılarından kaynaklanacağını düşünüyorum. Bunu bir buğz ile söylemiyorum, bir tecrübe ile söylüyorum. Yapısal meseleleri seçimin sathı mailine kadar erteleyebilirsiniz. İlanihaye bu tartışmayı öteleyemezsiniz. O zaman da bunu tartışacak ve olgunlaştıracak zamanınız kalmaz. Ve insanlar bir tepki göstermek zorunda hissederler. Oysa masaya bununla oturup bir netlik sağlansaydı o zaman seçimlere kadar, hatta belki daha sonrasını da belirleyen uzun ömürlü bir yapı olabilirdi. Şimdi dövmeden korkup dövme yaptırmaya çalışan insanın hikâyesine benziyor. Gitmiş adam, heves etmiş ben de bir dövme yaptıracağım demiş. Figürleri göstermişler, aslan figürünü beğenmiş. İlk iğneyi yiyince zıplamış, neresini yapıyorsun demiş, kuyruğunu demiş dövmeci. Boş ver, kuyruksuz olsun. İkinci iğne neresi, yelesi, boş ver yelesi de olmasın. Tam böyle bir akıbet yaşamaya aday gibi gözüküyor. Sen önemli meseleleri önce konuşursun, bir mutabakat sağlarsın. Ya da sağlayamayacağın sınırlar ortaya çıkar ve yeni bir yaklaşım geliştirebilmenin imkânlarını araştırırsın. Bunlar ne kadar yapısal mesele varsa tümünü erteleyerek, kundağa saçak meselelerle uğraşıyor. Efendim seçim güvenliği ile uğraşacakmışız. Bir partinin ya da partilerin seçim güvenliğini konuşması çok iyi bir şey ama altılı masanın her bir araya geldiğinde bunu konuşması israf. Bunu verirsin, herkes yetkili kurullarında görüşür, genel başkanlar bir şey yapamaz. Bu, kendini ne kadar halklaştırabildiğinle alakalıdır. Çünkü sen de her sandığın başında duramazsın ancak kitleleri mobilize edebilme gücün bunu belirler. Sen bunu başat gündem olarak verirsin, bugünden seçmen müşahidi gibi görevlerin eğitimini yaparsın. Yani bunlar altılı masanın gündemi olacak şeyler değil. Hele bir de komisyonlara havale edilecek dedin mi benim aklıma hemen tarih geliyor. İsmet İnönü’nün çok meşhur bir lafı var. “Bir şeyin halli cihetine gitmek istemiyorsanız komisyona havale ediniz” demiş. Bundan sonrası bir rivayet olabilir, başına da Coşkun Kırca’yı getirin diye. Coşkun Kırca kılıklı bir sürü insan oturacak bana bir de demokrasi dersi verecek. Cezaevindeyken izledim, bence CHP seçim güvenliğini konuşmak yerine, “biz niye belediye başkanlık seçimini iptal ettirebildik de encümen seçimini iptal ettiremedik” diye sorsun ve araştırmasını yapsın, çok samimi olarak söylüyorum, bunu çok isterim. Çünkü hücremde televizyonda izledim, seçim işlerinden sorumlu, sosyal demokratlıktan nasipsiz, hukuktan bihaber bir zevat AKP’nin dilekçesinden ironi yaparak “hiçbir şey olmadıysa bir şeyler oldu” kabilinden itiraz dilekçesi verdi encümene, vay dedim, aklınıza turp suyu!
Sen aynı sandıktan çıkan bir seçimi iptal ettirebiliyorsun, öbürünü iptal ettiremiyorsun, kimseyi kandırmaya gerek yok, suçu da başka yerlere ihale ediyorsun, yok öyle bir şey. Sizde seçim güvenliğini sağlayacak bir ufuk yok. Bu bilgi meselesi değildir, bu adanmışlık meselesidir. Bu “eğer ben bunu yapmazsam yaşantım cehenneme döner” bilincinde olma meselesidir. Bunlar hangisinin günlük konforundan herhangi bir şey eksiltir? Onun için ciddiyet. Ciddiyet dediğimde kastettiğim hep bunlar.
“Faşizmi yeniden üretiyorlar”
Siz o masada HDP’nin olmasını arzu eder miydiniz? Masada HDP olsa ne değişirdi?
Ben artık zannediyorum ki arıza bende, derdimi anlatamıyorum ve öyle olunca da öfkeli cümleler kuruyorum. HDP masada olsa ne olur, olmasa ne olur? Ben onun derdinde değilim. Ben şunun derdindeyim. Mesela kendisi de Alevi olan ve Kemal Bey’in Alevi kimliğinden dolayı aday olmaması gerektiğini söyleyen bir kadın gazeteci vardı. Çok samimi olarak “ben kendim de Aleviyim, sadece gerçekleri söylüyorum” diyordu. Hiç kimse “Bu, faşizmin her gün yeniden üretilmesidir, bilerek veya bilmeyerek bu değirmene su taşımaktır” demedi, kendisinin de kapasitesi bu kadarını kaldırıyor. Söylediği şeylerde samimi ama açıp “sen böyle diyorsun, bunu demekle bu faşizmi yeniden üretiyorsun. Onun yerine sana düşen, bu anlayışın kendisiyle mücadele etmek, mahkûm etmek, teşhir etmektir” demedi.
Yani HDP’nin masada olması değil benim derdim. Peki ben neyin derdindeyim? Masada olmamamız bu iktidarın bize dönük kıyıcılığının, bize dönük zalimliğinin, bize dönük imha yaklaşımının yeniden yeniden ve daha etkili bir şekilde üretilmesidir. Kimi kandırıyorlar? Çünkü sıradan insan diyecek ki, “ya bu AKP’yi bu kadar itham ediyorsunuz ama bu da senin yanından vebadan kaçar gibi kaçtığına göre demek ki sende bir şey var.” İşte faşizmin yeniden üretimi budur. Masa umurumda değil, benim umurumda olan buradaki sinsi, farkında olunamayacağına ihtimal veremediğim gerçekliktir. Bir sürü adayları var. Diyorlar ki falanca adayımız kütüphanesiyle meşhur. E bu kadar kütüphanesiyle meşhur biri bunun faşizmin yeniden üretimi olduğunu söyleyecek bir kitap okumamış mı?
HDP’yle aynı masada olmama tutumu bizi iktidarla aynı yerden mahkûm etme anlayışını yeniden ve daha perçinli bir şekilde üretmektir, kimi kandırıyorsunuz? Bu tuzağa düşen solcu bile var… Güya adı solcu, “biz onlarla bir araya gelmeyiz, çünkü şöyle, çünkü böyle.” Al sana faşizmin yeniden üretimi. Onun için sorular, cevaplar, yaklaşımlar hep farklı yerlerde, derde derman olmayan yerlerde. Hoca yüzüğünü ahırda kaybetmiş, elektrik direğinin altında arıyor. İyi de sen ahırda kaybettin hoca, diyorlar. Ama orada ışık yok diyor. İşte o hesap. Kimse bu karanlığa girmeyi göze alamıyor, gözü kesmiyor.
Bu yapıların içinde oransal olarak kıymet teşkil edecek, hadi daha ileri gideyim, bir düzineyi geçebilecek sayıda insanı cezaevinde olan bir tane yapı gösterin bana, bir tane yapı! Sonra demokrasi mücadelesinde önüme düşüp bana mihmandarlık edecek öyle mi? Kürt coğrafyası cezaevini ikametgâh olarak ikinci konutu yapacak hale gelmiş. Onun için öyle tatlı su kurnazlığına gerek yok, altılı masa eğer geleceğe şamil bir şey yapacaksa bir oturumunda da otursun bunları tartışsın, bakalım hele hangi hikmetli inciler çıkacak, bir görelim. Onlardaki akıl bir geceliğine bizde de olsun da, bir gece rahat uyku uyuyalım. Ben sabah 6 olmadan uykuya geçmiyorum, polis gelir götürür diye tamam mı? Bu sadece bana özgü bir şey değil. Bu bir kaygı, endişe de değil yani. Kürt siyasal hareketiyle yan yana duran, ona dahil olan herkesin günlük rutinine dönüşmüş bir kitleye büfe yeri kovalayan bir dingil, gelip bana demokrasi dersi verecek öyle mi? Ciddiyet… ciddiyet… ciddiyet…
“Muhalefet eğer sistemi tartışmazsa, hepsi sistemin bıçağının altına yatacak, yapısal meseleler ilanihaye ertelenemez” diyorsunuz. Peki buradan nasıl çıkılır sizce?
Birincisi, genç bir enerjiyle. Köhnemiş yaklaşımlarla -yaşı, yaşlanmayı kastetmiyorum- olmaz. Köhnemiş, enkaza dönüşmüş, ölmüş bu yaklaşım, ama cesedi kaldıran yok. Bu yaklaşımı hayat tasfiye edecek. Siyaseten bütün kartlar yeniden karılacak. Türkiye’de köklü bir sistem tartışması ve hesaplaşması her siyasal yapının içerisinde yükselecek. Bunu görebilenler kendilerini geleceğe taşıyacaklar, bunu göremeyenler siyaseten mülga olacaklar.
“HDP’nin yanında durmayı ahlaki borç olarak görüyorum”
HDP’nin son danışma kuruluna seçildiniz. 2023’e giderken ne yapacak bu danışma kurulu?
Önce kendi durduğum yerden cevap vermeliyim. Daha milletvekiliyken, her yer ve her şey güllük gülistanlıkken bile bunun son dönemim olduğunu söylüyordum. Çünkü yapmayı düşündüğüm, yazmayı ve çekmeyi düşündüğüm bir sürü şey vardı. Hem de siyaseti gerçekten benden iyi yapabilecek binlerce HDP’li genç, atak, istekli arkadaşımız vardı. Onun için siyaseti bir mesleğe dönüştürmeyeceğimi, hem de daha iyi bildiğim alana yönelmek istediğimi çok önceden beyan etmiştim. Fakat gelinen noktada HDP’nin yanında durmayı, HDP’li olduğumu tekraren deklare etmeyi ahlaki borç olarak görüyorum. Yani, bu toplumda birlikte yola çıktığımız, bize omuz veren, barış için bizle beraber ya da bizden daha fazla bedel ödeyen, hayatını kaybeden, özgürlüğünden olan insanlara karşı bir ahlaki borç olarak gördüğüm için bu danışma kurulundayım. Bana bir şey danışılacağından ya da fikrimin çok kıymetli olduğunu zannetmemden değil, sadece “buradayım, yine yanınızdayım, birlikteyiz, dayanışma içindeyiz, size ne geliyorsa bana da o gelsin” tavrıdır. Kişisel olarak bunu kabul etmemin temel gerekçesi böyle bir borç duygusudur.
Peki, bu siyasete geri dönüş anlamı taşıyor mu aynı zamanda?
Hayır, yok. Ben HDP bu çizgisini devam ettirdiği müddetçe, kendimi HDP’li olarak tarif etmeye devam edeceğim. Bu fikrimi değiştirmemi gerektirecek hiçbir şey yok. Omuz vermeye, gücüm yettiğince devam edeceğim. Ama günlük siyaset hem sağlık sorunları bakımından hem yapmayı düşündüğüm diğer şeyler bakımından, benim için kapanmış bir bölüm. Bir de millet siyaseti ille de vekillik gibi algılıyor, aslında bu anlayışı bir yerinden kırmak gerekiyor. Vekil olmadan da yapılabilecek birçok şey var. Onun için, birincisi benim açımdan bu. İkincisi, HDP’nin gerçekten akılcı bir yaklaşım geliştirerek kazandığı önemli bir deneyimdir danışma kurulu. Kolektif akıl olarak, dünyadaki son sosyal demokrat partilerde bu kurum çok işlevsel ve ağırlıklıdır. Çünkü günlük siyasetin hayhuyu içerisinde bir sürü şey gözden kaçabilir ama toplumda entelektüel ve sanatsal boyutuyla emek veren insanlar siyasete biraz daha serin bakabilirler. Dolayısıyla, bu kurum işlevselleşirse ortak aklın kazandıracağı bütün avantajları sağlamış olur. Biz de bahtiyarlık duyarız.
“Türkiyelileşme Türkleşme demek değil”
HDP’nin Türkiyelileşme meselesi epey zamandır tartışılıyor. Bu konuda HDP eski eş genel başkanı Selahattin Demirtaş’tan da birkaç yazı geldi. “Muhalefetten Kürt açılımı bekliyorsak biz de HDP olarak Türkiye açılımı yapmak zorundayız” şeklinde bir çağrı içeren açıklama ve gelen tepkiler hakkında ne düşünüyorsunuz, sizce Demirtaş niye böyle bir açıklamaya ihtiyaç hissetti?
Önce açıklamayı takip eden yaklaşımlara bakalım. HDP’den bu cümleyi kurmasını isteyen ne kadar yapı varsa beraber ve solo şekilde Selahattin Bey’e hücum ettiler. Bunlar bu kadar riyakâr ahlaksız ve tutarsız insanlar. İkincisi Selahattin Bey çok kıymetli bir çabanın içerisinde. Bütün bu kitlenin çektiklerini birinci elden yaşayarak, çekerek, bedel ödeyerek ve iradesinden santim taviz vermeyerek, altı senedir zindanda. Bu birçok arkadaşımız için geçerli ve seçmen kitlemizde de böyle bir olayı tecrübe etmeyen hanemiz yok. Selahattin Bey’in yapmak istediği bu acıların önüne geçmek aslında. Herkes zannediyor ki histerik milliyetçi hezeyanlara karşı bir yaklaşım geliştiriyor Selahattin Bey. Bense hiç öyle okumuyorum.
Nasıl okuyorsunuz?
Ben en çok bu canı yanan kitlemize yeniden “Bir durun, daha serinkanlı düşünmeli ve geleceği öncelemeliyiz; çok bedel ödedik, çok canımız yandı ama bu görev ve sorumluluk da hepimizin boynunda” demeye çalıştığını düşünüyorum. Türkiyelileşmeyi Türkleşme olarak telaffuz ediyorlar, bunu yapacaklarına HDP’nin ve öncülü siyasi partilerin Meclis performansına baksalar, Türkiye’nin ne kadar yakıcı sorunu varsa, orada en temel ve en demokratik tutumu bu partilerin aldığını görecekler. Biz Türkiyelileşmekten, Türkiye’nin bütün mazlumlarının, bütün sorunlu alanlarının sesi olmayı kastettik, halen de o noktadayız. Fakat ahali Türkiyelileşmeyi Türkleşme olarak tercüme etmeyi zorluyor sürekli ve bunu yaparken de terbiyesizleşiyorlar. Selahattin Bey bir öncüdür, eş genel başkanımızdır, böyle yaklaşması doğaldır. Böyle yaklaşmaya da devam edecek ve şu an mevcut yapılar içerisinde, kavramsallaştırma ve gündem belirleyebilme gücü ve samimiyeti Selahattin Bey’in kapasitesinde olan üç kişi daha sayamayız.
Bazı kesimler sanki HDP dediğiniz çizgiden uzaklaşmış da Selahattin Bey de bunu zaman zaman hatırlatma ihtiyacı hissediyor gibi değerlendiriyorlar, siz öyle düşünmüyorsunuz o halde…
Kesinlikle onu kastettiğini düşünmüyorum, öyle bir yerden baktığını da düşünmüyorum.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kendi adayınızla mı gireceksiniz, ya da birtakım ilkelerde anlaşmazsanız desteklemeyecek misiniz?
Bunu HDP’nin kurumsal yapısı o gün geldiğinde değerlendirecektir. Bunun dışında bugünden bir cümle kurmak spekülasyon olur, faydasız olur. Benim kurduğum cümleler meselenin yaklaşımına dair, yapısal özelliklerine dair ihtiyaç hissedenlere ışık tutmak. Benim yaptığım bu.
“Bu dönemin filmini yapsam, işe riyakâr muhafazakârlıkla başlarım”
Siyasetin dışına çıkalım biraz. Şu aralar ne yapıyorsunuz?
Yazıyorum, çiziyorum. Cezaevinden çıktıktan sonra epey bir süre sağlık meseleleriyle boğuştum. Doktorlarıma minnettarım. Hepsi el birliğiyle beni yeniden ayağa diktiler. Artık iyiyim. Senaryolar yazıyorum. İki tane de roman çalışmam var. Ama eski cevvalliğim yok. Eskiden bir yılda bitirebileceğim bir şeyi şimdi daha uzun bir zaman dilimine yayıyorum. Yaşlılığın tadını çıkarıyorum. Yaşlılık çok konforlu bir şey, artık yaş almakta olduğumun farkındayım, bunun tadını çıkarıyorum. Torun kavramıyla tanıştım, onunla uğraşıyorum. Memlekete kafa yormaya, elimden geldiğince her kesimden insanla düşüncelerimi paylaşmaya, düşüncelerini anlamak için çaba göstermeye devam ediyorum. Yaptığım bu.
İki senaryo dediniz. Neyle ilgili?
Birisi, çok önemsediğim bir konu, yas tutma hakkı üzerine. Şimdilik sadece bu kadar söyleyeyim. Çözüm sürecinde not aldığım, tanık olduğum toplumsal bir olaydan yola çıkarak, böyle felsefi boyutu da olan bir meseleyi senaryoya ulaştırma çabası içerisindeyim. Bitmeye de yakın. Birisi bu.
Zülfü Livaneli’nin Serenat romanının uyarlaması. Zülfü abiyle böyle verimli bir işbirliğimiz oldu. Herhalde yakın bir zamanda çekilecek. Onun dışında iki roman; birisi 1910’ların İstanbul’unu anlatan ama inanç boyutuyla ele alan bir roman. Diğeri ezelden beridir elimde olan, bir türlü içime sinmeyen, sürekli yapıp bozduğum bir Fırat destanı. İkisinde de kahrımı kıymetli editörüm Müslüm Yücel çekmekte. Zaman zaman frenime basıyor, zaman zaman teşvik ediyor, zaman zaman fırça atıyor. Böyle yürüyüp gidiyoruz.
Bir de zamanın kendisi üzerine bir senaryo çalışmam var. Adıyaman’da bir zalim ağa vardı zamanında. Sonra dönem değişince müteahhit de oldu. Hem müteahhit hem ağaydı ve biraz da zulmüyle bilinen bir adamdı. Adıyaman’ın ilk altyapı ihalesini o almıştı. Azaplarını, yanaşmalarını, yani kendisine bağlı köylüleri o işte ücretsiz ya da karın tokluğuna çalıştırırdı. Bugünkü gibi kepçeler, greyderler, iş makineleri yok. Kazma kürek çalışılan günler. Adam yanaşırdı işçiye, “baba” derdi, “sen yoruldun.” Köylü korkusundan “yoruldum” diyemezdi, “Yok ağa, çalışıyoruz işte…” Israr ederdi, “Yok yok, yoruldun.” Ama o kadar ısrar ederdi ki köylü sonunda “biraz yoruldum” derdi. “O zaman ağa derdi ki, “Hadi o zaman, kazmayı bırak, biraz da küreği al.” Şimdi benimki de öyle. Acelem yok, kendimi zamanla sınırlamadığım için hangisinden yorulursam onu bırakıp öbürüne geçiyorum ve çabuk yoruluyorum.
“Nereden fon bulalım diye değil, nereden yoldaş bulalım diye başlamak lazım”
Parlamenter siyasete girdiğinizde de sinemadan kopmamıştınız, değil mi?
Sinema öyle yarı amatör uğraşılacak bir disiplin değil. Ama bir şekilde daha nitelikli ve geniş bir zaman ayırmak gerekiyor. O ilgili olduğum kısmı sadece seyirci olmaktan ve bazı arkadaşlarımıza amatörce dayanışma katkıları sunmaktan ibaretti. Şimdi sinemayı yeniden öğreniyorum ben. 12 sene gibi bir ara verince…
Ne değişmiş bu sürede?
Prodüksiyon aşamalarından tut, gösterim mecralarına kadar değişmeyen hiçbir şey kalmadı. Yani gösterme ve temsiliyet kısmı hariç her şey değişti. Onun için yeni sistemi anlamaya çalışıyorum. Bir kere, sinema yapma sürecinin demokratikleştiğini düşünüyorum. Eskiden sinema çok daha maliyetli bir şeydi, şimdi bir cep telefonuyla bile anlatmaya değer bir hikâyeniz varsa bunu çekebilir, çok basit bir bilgisayarda, çok ucuz bir yazılımla gösterime hazır hale getirebilirsiniz ve hiçbir salonla kıyaslanmayacak kadar az maliyetle, kamusal alana açık platformlarda milyarlarca insanla buluşturabilirsiniz. Demokratikleşmesinden kastım bu.
Beynelmilel’in senaryosunun yazılmasıyla çekilmesi arasında yaklaşık beş yıllık bir zaman dilimi var. Beş yıl ben elimde bu senaryo, kapı kapı gezdim ve derdimi anlattım. Aslında hikâye 2001’de aşağı yukarı bu haldeydi. 2003’te senaryo stüdyosunda, Barış Pirhasan, Levent Kazak, Gül Dirican gibi isimlerin katkısıyla son halini aldı. Ama 2001’den beri elimde gezdiriyordum bu hikâyeyi. Genç arkadaşlarımız şimdi çok çabuk sonuç almayı bekliyorlar. Bekleyebilirsin ama olmayınca süreçten kopmaman gerekiyor. Artık masa üstü üretim imkânları çok zengin; yani oyun, oyuncu, mekân gibi şeyler dijital proseslerle çözülebilecek bir noktada.
Bir de fon meselesi var. Bence nereden fon bulalım diyerek başlayan yolculuk hiçbir istasyona varamaz, nereden yoldaş bulalım diye başlayacak ve bu işi dayanışma duygusuyla öreceksiniz. Elbette ki bu parasız yürütülecek ve sonuçlandırılacak bir şey değil ama siz bir kez imeceyi baz aldığınızda, o değirmene su taşıyacak saka misali yüzlerce arkadaş bulursunuz. Böyle çekilen yüzlerce yapım da var. Yeterli mi, değil ama küçük bütçeli, kısa filmlerle de çok şey anlatabilirsiniz. O zaman da parası olan sizi bulur. “Bak” derler, “bu arkadaşımız beş dakikalık süre içinde bellek üzerine eşsiz bir film yapmış, kim bilir doksan dakikada neler yapar…” Onun için internetten kim fon veriyor diye bakmak yerine, filminize katkı aramanın en iyi yolu en iyi bildiğiniz öyküyü izleyiciyle buluşturmaktır.
Önümüzdeki dönemde yönetmenlik yapmayı düşünüyor musunuz?
Aslında kendimden “yönetmen” diye bahsetmek biraz ayıp geliyor bana. Öyle külliyat oluşturacak bir film üretimim yok, ama ilk defa bir estetik arayışı içerisindeyim.
Bu dönemin filmini yapmak istesem riyakâr muhafazakârlığı irdelemekle işe başlarım. Çünkü bu dönemdeki hâkim yapının çözümlemesini yapmazsanız, yaptığınız bütün karakter yaratma süreçleri eksik kalır. Karşınızda, savunduğu şeye inanan bir yapı yok. Yani İslami usul ve esaslara göre bu ülkeyi yönetmek isteyen bir yapı yok. Muhtemelen İslami bir yönetim şeklinin fragmanı olsa, ülkeden ilk kaçacak olanlar bunlardır. Ben bu boyutuyla bakardım ya da bakmak isteyenlere bunu önerebilirim. İkincisi de, hukukla ufak ufak, önce mahcup bir şekilde oynayan, giderek pervasızlaşan ve biz kendi işimize bakarız noktasına kadar gelen sürece yoğunlaşırdım.
Sinema deyince, Çiğdem Mater’i anmadan geçmeyelim. Çiğdem şu an Gezi meselesinde çekmediği bir filmden cezaevinde tutuluyor, tıpkı Gezi’den dolayı içeri alınan, başta Kavala olmak üzere oradaki bütün arkadaşlarımız gibi. Bir analoji kurmak gerekirse İstiklal Mahkemesi yargılamalarındaki gibi “önce idam, sonra delillerin tahkikatı” kafasına geri dönülmüş bir noktadayız. Bu itibarla Çiğdem ve Osman başta olmak üzere bütün Gezi Davasından tutsak arkadaşlarımızı saygıyla selamlıyorum.
“Ne söylemişsek dava konusu”
Gezi Davası deyince, mahkemelerden, davalardan fırsat buluyor musunuz çalışmaya? Kaç dava var hakkınızda?
Hakkımdaki dava sayısı sürekli değişiyor. Şimdi bir Kobani Davası’ndan yargılanıyorum. Diyarbakır’daki üç dört dosyam Kobani Davası’yla birleştirildi. Birleştirilince “toplamda üç dört davam kaldı” diye düşünürken, birleştirme kararının alındığı gün Diyarbakır’da iki yeni dava daha açıldı hakkımda. Sonra onların birinden, cumhurbaşkanına hakaretten 10 ay ceza aldım. Bu böyle sürerken birdenbire Yargıtay, Kobani Davası’yla birleştirilen dosyaların birleştirilme kararını bozdu. Şimdi yedi yıldır yargılaması bitmeyen süreç, Diyarbakır’da yeniden sıfırdan başlayacak. Günden güne değişiyor dediğimde kastettiğim şey bu. Avukat arkadaşlarım olmasa bu süreçleri takip edebilmem çok zor. Denetim altındayım. Cumhurbaşkanına hakaretten alınan davada beş yıl denetim altında olmama hükmedildi. Mardin Kızıltepe’de, 2011-12 arasını kapsayan, ertelenmiş soruşturmalar var. Bir şekilde birinden ceza aldığında bütün bu dosyalar yeniden ihya ediliyor. O yüzden çetelesini tutamıyorum. Bugün kaç davam var, yarın kaç dava olacak, onu bilmek mümkün değil.
Çoğu çözüm süreciyle mi ilgili?
Çözüm süreciyle ilgili olan da var, olmayan da. Muhtelif. Ne yapmışsak dava konusu, ne söylemişsek dava konusu. Yaptığımız bir şey de yok. Tümü söze dair, söylediğimiz şeylere dair. En hafif deyimiyle “terör propagandası” yapmak. Dosyalar bunlar.
Bu beş yıllık denetim yurtdışı yasağı mı, yoksa imza mı atıyorsunuz?
Yurtdışı yasağım yok. İmza da yok, imza kaldırıldı artık. Ama yurtdışı yasağım zaten Kobani soruşturmasından var. Bu denetim, “Eğer beş yıl içerisinde herhangi bir şeyden ceza alırsan” diye başlayan ve tekrar hapishane tehdidi olarak parmak sallayan madde…
“Bugün siyasi mahkûm olan yarın bakanlık yapabilir”
Siz ilk hapishaneye girdiğinizde sene kaçtı?
1978’di. 16 yaşındaydım. Şunu bir türlü anlatamıyorum, öte yandan devletin çok ciddiye almasını da istemem ama hapishanelerin benim üzerimde bir yaptırım etkisi yok. “Eyvah hapse düşerim” duygusu doğal bir kaygıdır. Hapislik kötü bir şeydir. “Eyvah hapse düşerim, özgürlüğüm kısıtlanır, artık sağlık sorunlarım da var, ne yaparım?” gibi düşünceler, sağlıklı düşünebilen her bireyin taşıması gereken kaygılardır. Bunun tersi de yiğitlik değildir yani. Ama bende hapishanelerin ya da cezanın bir yaptırım değeri yok. Yani dışarıdayım, içerideyim, gerçekten benim için bir kıymeti yok, o kadar. Elbette dışarıda olmak daha iyi, ama şöyle söyleyeyim, 10-11 ay yattım, ancak dinlenebilmiştim yani içeride. O kadar yoğun, yorucu bir süreçten geliyoruz. Okuma açığımı kapatma fırsatı bulmuştum. Ben bilgisayarda yazarım, kalemle yazmakta çok mahir değilim. Ama yaklaşık 500-600 sayfa not almışım. Direkt yazı değil, kendime notlar… Dolayısıyla cezaevi benim için çok da kaygılanacak bir yer değil. Bu ülkede siyaseten mahkûm olmakla siyasi iktidarın paydaşı olmak arasındaki mesafe çok kısadır. Yani bugün siyaseten mahkûm olan yarın bu ülkede bakanlık yapabilir. Gerçekten o mesafe çok kısadır. Onun için siyasi mahkûmiyetleri çok önemsemem. Sadece ülke adına, bir sürü genç arkadaşımız adına kaygılanıyorum. Sağlığını kaybeden arkadaşlarımız var, onlar adına kaygılanıyorum. Seçilmiş bir halk temsilcisinin yasama ve temsiliyet görevini yaparken, bu süreçte sarf ettiği sözler ve yaklaşımlardan dolayı mahkûm edilmesinden ülkem adına derin bir utanç ve üzüntü duyuyorum.
“Kini insan kalbine yük sayarım”
Seneler sonra milletvekili olarak işkencecinizle Meclis’te karşılaştınız…
Ona çok hayıflanmıştım. Raci Tetik, şimdi hayatını kaybetti. Sağlığında diyeceklerimi demiş olmanın rahatlığıyla konuşayım. Darbeleri Araştırma Komisyonu vardı, 12 kişiydik. Mamak Cezaevi ile Diyarbakır Cezaevi 12 Eylül’le müsemma iki toplama kampı misali yerdi. Fakat arkadaş, Raci Tetik’i dinlemeye hiçbir komisyon üyesi gelmedi! Komisyon başkanı Nimet Baş, MHP Milletvekili Atilla Kara ve ben. Komisyon başkanını saymazsan bir MHP’liyle gittik adamı dinlemeye. Ben işkence konusunda sıfır tolerans, unuttum, affettim gibi yaklaşımların faydası olduğunu düşünmüyorum, bunu söyleyenlerin çok sağlıklı düşündüğünü de düşünmüyorum. Ama bu yaklaşım işkencesiz bir gelecek için… Onun ötesinde gerçekten kini insan kalbine yük sayan bir anlayışım var. Kişisel dairede onu affedersin affetmezsin, bu önemli bir şey, ama işkenceye genel yaklaşım, “üzerinden şu kadar yıl geçti, yeniden kötü muamele yapacak olan, insan onurunu hiçe sayan, buna tevessül eden bunun akıbetini görsün, ders alsın” şeklinde olmalı ki bu konuda bir bilinç oluşsun. Temel yaklaşımım buydu ve Raci Tetik’le bu minvalde bir tartışma yaşadık. O ana kadar kişisel olarak kendi hikâyemi öne çıkarma derdinde değildim. Oysa anamın gözünün önünde beni, benim gözümün önünde anamı döven yerin tek sorumlusuydu. O tel tel dökülmüş halini, o pejmürdeliğini gördüm. Gerçekten içimde bir öfke, bir kin olmadan, o yüzleşmeyi tarihe şerh etme amaçlı yaklaştım. Birçok dinlediğimiz insan için de böyle yaklaştım Fakat 12 kişilik komisyondan sadece iki kişinin bunu merak etmesi, buna dair sorusunun olması bana çok tesir etti. İşte hep diyorum ya, umut daima vardır, ama bu gibi şeyler insanın umudunu bir parça kırıyor. Ya bu tarihsel bir an, gel ve soracağını sor. Hiç mi merak etmiyorsun? Belki de biz iftira atıyoruz, adama bir tartışma zemini ver. Ya da belki biz haklıyız, bir insan evladı niye böyle bir şey yapar, sor. Bu halkın seçilmiş temsilcisisin. Öyle üç kişi, mecburen gelen komisyon başkanı, bir de biz, dinledik adamı.
Ne dedi sizin sorularınıza cevap olarak?
Bence akli melekeleri çok yerinde değildi. Bulunduğu noktadan bir adım geri adım atmadı, öncelikle onu söylemeliyim. Ama dokuyla ilgili bir hastalığı vardı sanırım, ağır bir tedavi uygulanıyordu, kendi beyanına göre östrojen hormonu veriliyormuş. Söylenenlerden hiçbir şey anlamamış. Olsun, o anlamamış halini göstermenin de önemli olduğunu düşünüyorum. Biraz önce Atçalı, Kel Mehmet dedik ya, devletin kutsal bir şey olduğunu, insan için tanzim edilmiş bir örgütlenme değil de kutsal bir şey olduğunu varsayan, küçük yaştan deprem nedeniyle yetim kalınca Darüşşafaka’da, oradan askeri okulda böyle şekillenmiş bir anlayış. Bir parça üzüldüm de haline yani. İnsanlıktan hiç nasibini almamış, nasibini alacak bir ortam da olmamış, böyle bir ömür geçmiş. Bununla anılmak bir insana, varsa yakınlarına yeterince ceza diye düşünüyorum.
Zulmedenlerin utancını, zulmedenlerin boynuna astığında, orası çok geliştirici ve insanlara yoğunlaşma zemini veren mekânlardır. Özgürlüğü saf bir hareket serbestliği olarak değil, daha geniş kapsamlı alıyorsan ve seni içeride tutma sebepleri senin onurunsa, hapislik adama bir şey yapmaz. Nedir? Şeref madalyamdır. Elbette ki olmasa iyiydi, ama oldu diye dünyanın sonu da değil. Hapishane olmasaydı bugünkü ben olmazdım. Kim bilir neye benzerdim? Yani bundan eminim mesela. Onun için hayıflanılacak bir şey değildir, tabii imrenilecek bir şey de değildir.
“Bugün ve 12 Eylül hukuksuzluk kulvarında yarışsa ipi beraberce göğüsler”
Bugün ile 12 Eylül’ün kıyaslaması çok yapılıyor. Hatta bu dönemin daha kötü olduğuna dair yorumlar da var. Her iki dönemi karşılaştırdığınızda tanığı ve mağduru olarak siz ne dersiniz?
Sel gider kum kalır derler ya ondandır; geçmiş, zamanla kabuk bağlar çünkü. Haldeki durum daima daha ağır gelir insana. Oysa 12 Eylül kendisinden sonraki bütün kötülüklerin anasıdır; hepsi ondan doğdu, ondan cesaret aldı, onun zamanında kurumsallaştı. Bir de baskı ve zulümler arasında dönemsel hiyerarşi kurmak hem zor hem de faydasızdır. Ama şunu söyleyebiliriz iki dönem hukuksuzluk kulvarında yarışsa ipi beraberce göğüsler.
Halen kaç üyeniz tutuklu? Bunun hesabı tutulabiliyor mu?
Tutulamıyor, çünkü çok değişken. Üç yıl önce 16 bindi. Saymaya kalksan bir gün içerisinde bitiremezsin, teker teker adını okumak aylar sürer.
Kandıra Cezaevi’nde siz kimlerle birlikteydiniz?
Bütün kadın tutsak arkadaşlarımız oradaydı. Ben girdiğimde Ferhat Encü vekilimiz oradaydı, sonra tahliye oldu. Yaklaşık 60 civarında HDP’li, Kandıra 1 no’lu cezaevinde tutsaktık.
Onlarla görüşebiliyor muydunuz?
Kadın arkadaşlarla avukat görüşünde uzaktan selamlaşma kabilinden görüyordum. Gültan Kışanak, Figen Yüksekdağ, Sebahat Tuncel ve diğerleri… Diğer arkadaşlarla da ayda bir kez sosyal faaliyet dedikleri bir-bir buçuk saatlik bir araya gelme hakkı vardı, Bazen kullandırılıyor, bazen kullandırılmıyordu. Öyle görüşüyorduk.
Aysel Tuğluk da Kandıra’da. Gördünüz mü o süre içerisinde?
Hem o süre içerisinde gördüm hem de cezaevinden çıktıktan sonra hepsinin ziyaretine gittiğimde Aysel’le de konuştuk. Biz cezaevindeki herkes, Aysel’deki bu durumun farkındaydık daha o zamandan, özellikle annesinin cenazesine yapılanlardan sonra gözle görülür bir şekilde Aysel başkanımızda böyle bir şey gelişti. Hem Aysel başkan hem de eskiden çözüm sürecinde olan 158 kişi, bu durumdaydı. Bu sayı şimdi zannediyorum binlerle ifade ediliyor. Birçok insan hapishanede kalamayacak durumda. Bizim böyle dertlerimiz var, bizim büfe yeriyle ilgilenecek ne vaktimiz ne zamanımız var. Bu meselede de demokratik CV’si boynunda gezen insanlardan alacağımız bir ders yok, akıl etseler onların bizden alacağı çok ders var.
Hâlâ gidiyor musunuz hapishanelere? Yoksa bunun için milletvekilliği mi gerekiyor?
Milletvekilliği gerekiyor, kaldı ki biz milletvekiliyken de fiili olarak engelleniyorduk. Şu an benim cezaevine gidebilmem için adalet bakanının özel izni gerekiyor. Bunu da bugüne kadar sadece iki kez alabildim. İkisinde de Selahattin Bey başta olmak üzere İdris Bey ve kadın arkadaşlarımızın tümünü ziyaret ettim. Şimdi kimi söylesek öbürünün durumuna haksızlık ediyormuşuz gibi oluyor ama barış sürecinde, onurum üzerine söylüyorum ki İdris Bey’in toplam emeği hepimizin emeğinden fazladır. Ve bütün inisiyatifini hep barış için kullanmış bir arkadaşımızdır. Reva görülene bak!
“Sosyalist bir kültürü teneffüs ederek büyüdüm”
Kişisel olarak sizi tanıyalım mı biraz? Çocukluğunuz Adıyaman’da mı geçti?
Liseyi bitirene kadar Adıyaman’daydım. Lise üçte ilk defa İstanbul’u gördüm. İstanbul’u görene kadar da sadece Malatya’yı görmüştüm Adıyaman dışında. Adıyaman’da damlar bitişiktir, evler, kerpiç, bitişik nizam, sokağın bir başından sonuna damlardan gitmek mümkün. Çocukken bir komşumuz vardı, sık sık annesinin feryadıyla uyanırdık. Kudret ablaydı zannediyorum adı. Derlerdi, “Kudret’in oğlu gurbete kaçmış.” Ben lise ikiye kadar, Kemalettin Kamu’yu okuyana kadar, gurbeti Antep gibi, Malatya gibi bir yer zannederdim. O kadar Adıyamanlıyım ben. Bir müddet sonra bu sefer bir dayak sesiyle uyanırdık. Gurbetten dönmüş oğlu, anası tarafından cezalandırılıyor. Onun için Adıyaman’dan üniversiteye gitmek için çıktım, önce Ankara, sonra İstanbul, ondan sonra cezaevi süreci. Cezaevinden çıktıktan sonra da kamyon şoförlüğü yapınca Türkiye’de ayak basmadığım kasaba yolu kalmadı diyebilirim.
Ankara’da Mülkiye’de okudunuz. İstiyor muydunuz, yoksa tesadüf mü oldu?
Söylemesi ayıp, ben dereceyle girdim Mülkiye’ye. Bizim zamanımızda 16 tercih hakkımız vardı. Ben sadece iki tercih yapmıştım; birincisi Ankara Siyasal, ikincisi Ankara Hukuk. Bunu yapmamın tek gerekçesi vardı, devam mecburiyetinin olmayışı. Çünkü hem okuyup hem çalışmak zorundaydık. Aldığım puanla o dönemde giremeyeceğim okul yoktu. Siyasal’a da ilk üç-beş sıra içerisinde girdim. Çalışmak zorunda olduğum için yazdım, birinci tercihim olan Siyasal’a girdim. Ve okula pek az gittim, marley işçiliği yapıyordum Batıkent Kent-Koop’ta. Marleyin ne demek olduğunu orada öğrenmiştim. Klasik bir Mülkiyeli değilim yani, o havayı fazlaca soluyamadım. Zaten ikinci sınıfta da cezaevine girdim.
Tamamlayamadınız yani…
Evet. Şimdi yeni öğrenci affıyla tekrar müracaat edeceğim.
Peki, nasıl bir ailede büyüdünüz?
Kalabalık bir aile. Babam ben sekiz yaşındayken öldü. Dedemin evinde kaldık. Dedem, babaannem, biz dört kardeş ve annem avlunun bir odasında kalırdık. Avlunun diğer tarafında da dedemin kardeşi. O da genç yaşta ölünce dedem yetimlerinin bakımını üstlenmiş. Üç yetim ve anneleri avlunun öbür tarafındaydı. Böyle kalabalık bir evde büyüdük. Tek yatağımız vardı. Uzunlamasına serer, süphaneke boncuğu gibi yan yana dizilirdik. Böyle bir evde büyüdük. Ama baba tarafının tamamı Adıyaman’ın ilk sosyalist düşünceyi savunan, benimseyen, bu uğurda bedel ödeyen insanlarıydı. O anlamda sosyalist bir kültürü teneffüs ederek büyüdüm. Öte yandan, dayılarım da Adıyaman’ın 10-12 Nurcu’sundan biriydi. Dolayısıyla yetim olduğumuz için onlar da kol kanat geriyorlardı. Onlara gittiğimizde Risale okumaları yapardık, buraya geldiğimizde Marksist okumalar. Başlangıçta hiçbirinden bir şey anlamazdım ama biraz daha yetişince sosyalizmin ıstıraplarımıza daha iyi geleceği konusunda net bir karar verdim ve öyle devam ettim. Böyle bir evde büyüdüm ben.
Bu evin sizin kişiliğinizin oluşumunda çok büyük bir etkisi olmuş sanırım…
Evet. Bu evin en güzel yanı, yaz günleriydi. Çünkü damda yatardık. Damda yatınca, Adıyaman’ın yazı da uzun sürerdi. Senenin beş-altı ayı ben hep gökyüzünü seyrederek uyudum. Televizyon falan da yoktu o zaman. Yahu bütün yaşımız ortaya çıktı ya ☺ Televizyonun Adıyaman’a gelmesi benim lise yıllarıma rastlar. Dolayısıyla gökyüzüne ve yıldızlara baka baka iyi ki astrolog falan olmamışım ben… En sevdiğim gökyüzüne bakmaktı, bakıp bakıp hayaller kurardım, okuduğum şeyleri düşünürdüm, yıllarca öyle uykuya daldım.
“Adıyaman’da bir nesli ben evlendirdim”
Beynelmilel’de “Servet” karakterini canlandırdınız. Servet’in fotoğraf stüdyosu var, gençken çalıştığınız yerle bir ilişkisi var mı?
Yok. Gençken çalıştığım yerin adı Foto Cem’di. Adıyaman’da iki fotoğrafçı vardı o zaman, aslında tek fotoğrafçı Foto Cem sayılırdı, çünkü diğeri çok eski bir dükkândı. Lise 2’ye kadar Foto Cem’de çalıştım. Çırak olarak girdim, ustalığa kadar çıktım. Bir fotoğraf stüdyosunun bütün proseslerini bilirim. Renkli fotoğraf tabı çıktığı sene fotoğrafçılığı bıraktım. İyi bir rötuşçuydum, yani şimdi Photoshop’la yapılan işleri negatif üzerinden, çok genç yaşta olmama rağmen, ustaların dediğine göre iyi yapardım. Kentin tek fotoğrafçısı olduğu için, her gece düğün fotoğrafı çekmeye giderdim. Adıyaman’da bir nesli ben evlendirdim diyebilirim, hepsinin düğün fotoğraflarını ben çekmişimdir.
Hâlâ gidip geliyor musunuz Adıyaman’a?
Gidip geliyorum. Annem, bir kız kardeşim ve bütün akrabalar orada.
Ne zaman evlendiniz ve kızınız Ceren ne zaman doğdu? Hapishane öncesi mi?
Hayır, sonra. 1990’da evlendim, Ceren ‘91’in sonunda doğdu.
“Genç ve güncel olanı Ceren üzerinden takip ettim”
‘90’lar sizin aynı zamanda hapishaneden yeni çıktığınız, köşe yazarlığı yaptığınız, sinema alanında çalıştığınız, yani birçok işi bir arada yaptığınız bir dönem. Bu yoğunlukta Ceren’le yeterince vakit geçirebildiniz mi?
Fazlasıyla… İyi bir baba-kız, iyi iki arkadaştık biz. Dolayısıyla belki her ailenin bulamayacağı bir paylaşım zemini olageldi Ceren’le aramızda. Nicel olarak çok zaman ayıramadığım dönemlerde onu hep derinlikli, nitelikli zaman ayırarak telafi etmeye çalıştım. Ceren’e zaman ayıramadığım dönemler 2011’den sonrasıdır. O zaman Ceren 20 yaşına gelmişti. Milletvekili olduktan sonra pek az görüşebildik. Çünkü 24 saat oradan oraya, yoğun bir tempo vardı. Ama birlikte öğrendik birçok şeyi. Birçok konuda da fikrimi değiştirmiştir.
Mesela?
Birçok meselede gençlere has düşünceyi ve güncel olanı ben hep Ceren üzerinden takip ettim. Yani yeni kavramlar, yeni paradigmaların birçoğundan Ceren üzerinden haberim oldu. Bu ayıp günah bir şey değil, iyi ki de öyle oldu. Çünkü okuma tutkusu çok gelişkindi Ceren’in. Kendime bir pay çıkaracak olursam, okuma, bilgiye ulaşma ve vicdan konusunda bildiklerimi aktardım. Bir hünerim varsa bundan ibarettir, gerisini Ceren kendisi toparladı. Okuma eğilimi de benden fazladır diye düşünüyorum. Onun için bir sürü kitaptan ve eğilimden Ceren vasıtasıyla haberdar oldum.
“Uçağa bir kere bindim, o da silah zoruyla”
Çözüm sürecinde tahminen kaç km yol yaptınız?
180 küsur bin km.
Ama hiç uçak kullanmıyorsunuz, değil mi?
Hiç uçak yok… Uçağa bir kere bindim, o da silah zoruyla, gözaltına alındığımda Ankara’dan Diyarbakır’a uçakla götürdüler. Onun dışında hiç uçağa binmemiştim. Vekillik döneminden bugüne kadar.
Ne hissettiniz bindirildiğinizde?
Sabaha karşı 4’te aldılar. Gittik, 300-400 kişilik büyük bir uçak. Ben, Abdullah Zeydan, Figen Yüksekdağ, sadece üçümüzüz ve 20’ye yakın da polis. Bizim için öyle bir uçak tahsis etmişler. 5 sularında uçak kalktı zannediyorum, altıya çeyrek kala indik. Dedim, ben buraya yüzlerce, belki binlerce defa gidip geldim, Ankara’dan çıksam daha yeni Gölbaşı’ndaydım, bayağı konforlu bir şey aslında. Ama bir kez bindim diye sonradan yine binerim, diye düşünmedim. Uçağa binmemekten mutluyum.
Bu, yaşadığınız bir şeyle ilgili fobik bir durum mu?
Evet. Kötü bir iniş, neredeyse düşmeyle kötü iniş arası bir tecrübe yaşadım Kazakistan’da, öyle bir uçaktan sağ çıktım. Ondan sonra üzerime yapışıp kalmasın diye bir-iki kez binmeye çalıştım, film festivalleri için bir Moskova’ya gittim, bir Barcelona’ya, ne çektiğimi bir ben bilirim, bir Allah. Kaskatı kesildim, sonunda “ya bu da eksik olsun” dedim. Beynelmilel Yunanistan’da vizyona girecekti, prömiyerine davetliydim, son anda uçaktan indim. Tokyo Film Festivali’ne davetliydim, yine son anda indim. Her seferinde heves ettim ama olmadı. Emniyetin en şakacı komiseriyle tanışmış oldum bu vesileyle. Yunanistan’a “vazgeçtim, ineceğim” dediğimde iki polis gelip beni havaalanı karakoluna götürdü. Daha o zaman bu kadar tanınan birisi değildim. Fakat komiser tanıyormuş, bir televizyon programından ya da sinemadan. “Nereye uçuş” dedi. Dedim, “Yunanistan, Atina.” “Bir-bir buçuk saat buralarda durun, uçak insin. Valiziniz uçakta mı?” “Evet.” “Uçak insin sizi gönderelim.” Benim canıma minnet. O sıra Antalya Film Festivali de vardı, bir-bir buçuk saat orada oyalandım, sonra karayoluyla Antalya Film Festivali’ne gittim. Sonra bundan çok utandım. “Yav” dedim, “sen bu kadar badireler atlatmışsın, neden buna bu kadar esir oldun?” Sonra bu düşünceyle Japonya’daki festivale gitmeye karar verdim. Festival iyidir, bu vesileyle Tokyo’yu da görmüş oluruz dedim, konsantre oldum, bindim uçağa. Birden arkamda birisi dedi ki, “13 saat havada, nasıl bitecek bu yolculuk?” Hemen ayağa kalktım, dedim ben ineceğim. Yine iki polis geldi, yine beni havaalanı karakoluna götürdüler. Ve yine aynı komiser. Baktı, “hoca” dedi, “nereye yolculuk?” “Hosaka” dedim. Adam şimdi 13 saat beni orada tutacak değil. Dedi ki, “Bize her gün sizin gibi onlarca insan geliyor, bu çok bildiğimiz bir şey de, sizdeki bu ısrar niye?” Ondan sonra artık, yine o komisere denk gelirim diye yeni bir teşebbüste bulunmadım.
“Ferhan ismi sürpriz oldu”
Torununuz Can Ferhan hayatınızda neyi değiştirdi?
Önce Ferhan adının hikâyesini anlatayım, çünkü çok kıymetli benim için. Ceren’e okuma zevkini aşılamaya çalışırken, hiç didaktik bir yöntemim olmadı, hödük bir babalık yapmadım, “Oku kızım, okumak iyidir, bunu oku, şunu oku” demedim. Onun yerine belli mevzular açıyordum. Dikkatini çekerse onunla ilgili bir kitap seçip, “bak istersen buna bakabilirsin” diyordum. Birçok teşebbüsüm oldu, birçoğu da başarısızlıkla sonuçlandı. Sadece üç yazarı verince, biri Ferhan Şensoy, diğeri Sabahattin Ali, üçüncüsü Kemal Tahir, bunlara ayrı bir dikkatle baktığını gördüm. Sonra da bir akşam eve geldiğimde harçlığıyla Ferhan Şensoy külliyatını aldığını gördüm ve “tamam” dedim, “bu kız yolunu buldu, artık gider.” Okuma zevkini Ferhan Şensoy’un eserleriyle kazandı. Dostluğumuz da vardı Ferhan ustayla, Ceren’e imzalı kitap da almıştım. Bunu biliyorum tabii ama ismi yine de sürpriz oldu Ferhan’ın. Hem sürpriz hem çok keyif verici bir şey oldu. Bazen anası duygu istismarı mı yapıyor diye şüpheye düşüyorum, çünkü sürekli “dede” diyen videolarını bana gönderiyor. Ben de onu izleyince kalkıp gitmek zorunda kalıyorum. Yani aramız çok iyi. Ben genel olarak çocukları çok seven birisiyim, yalan söylemeyeyim, Can’ı bir parça daha fazla. Demek torun böyle bir şeymiş. Çok kınardım torununu ekran resmi yapanları, çok kınadığım için yapmıyorum ama o kadar kınamasam muhtemelen ben de yapmış olurdum. Dünyanın bütün güzel çocukları güzel günler görsün.
Kürtçe bilmiyorsunuz, değil mi?
Hindik dizanim.*
Sonradan mı öğrendiniz?
Aslında çocukken öğrendiğimle idare ettim. Tabii ki yıllarca Kürtlerle bir arada olunca kelime dağarcığım gelişti. Günlük olarak kendimi idame ettirebilecek düzeyde Kürtçem var. Yeterli mi, değil. Hep içimde kalan bir şey, bütün künhüne vâkıf olmayı istediğim bir dil. Hiçbir mitingime Kürtçe selam vermeden başlamadım, Kürtçe vedalaşmadan bitirmedim. Bazen insan bir dili öğrendiğini, aradan bir zaman geçince fark ediyor.
“Türkülere çok düşkünüm”
Müzik dinler misiniz?
Dinliyorum. YouTube’dan dinliyorum. Orada canlı kayıtlar, otantik kayıtlar ve Anadolu’nun muhtelif yerlerinden eski kayıtlar var. Bunların hastasıyım. YouTube algoritması da bunu çözmüş, ben girer girmez onları getiriyor önüme. Türküye özel bir düşkünlüğüm var. İddialı konuşabilecek kadar bilirim, 16. yüzyıldan bu yana yazılan, çizilen her şeyden haberdarımdır; yöre, bölge, kaynak fark etmeksizin. İhtiyarladıkça bu meleke zayıflıyor ama ilk melodiyi duyunca ya da ilk dizeyi duyunca geri geliyor. Şimdilik. Ama çalışmanın katili aynı zamanda; ezkaza YouTube’dan bir şey açarsam o gün tek satır yazamıyorum. O onu çağırıyor, o onu çağırıyor, böyle devam ediyor.
Arada söylüyorsunuz da…
Yok, sesim artık kargaları bile aratacak durumda. Onun için söylemiyorum. Ancak torunu korkutmak için ☺
Şurada gördüğüm bağlamayı çalıyor musunuz, yoksa dekoratif mi?
Yok. Üç dört tane bağlamam vardı, iki-üç tane de cümbüşüm. Ama gördüğünüz bağlamanın çok büyük hatırası var. Onu Hasan Saltık ben cezaevine girdiğimde, çok iyi bir ustaya özel olarak yaptırmış. Dut, oyma. Cezaevinde ilk görüşüme gelen insanlardan biriydi Hasan Saltık, Yıldırım Türker’le beraber gelmiş, bu bağlamayı da getirmişti. Sonra sapı attı onun. Sap atmak teknik bir terimdir, taşınma, nem, sıcaklıkla olur, ona kıyamıyorum ki gidip yaptırayım yeniden. O öyle Hasan’ın yadigârı olarak orada duruyor. Başka bir zaman size çalarım. Yaparız, onu da yaparız.
* Biraz biliyorum.