NUR
SÜRER

Ailenin Asi Kızıydım

1 ŞUBAT 2022

Sadece filmleriyle değil hayatıyla da bu dünyaya itirazlarını çekinmeden dile getirdiği için, sonucu ne olursa olsun sözünü sakınmadan konuştuğu için, iktidara uzak durarak da aranan bir oyuncu olunduğunu hayatıyla gösterdiği için olsa gerek, tatlı sert, büyülü bir otoritesi var. Hayata ve sanatına karşı dürüstlüğüyle kim ne derse desin, toplumun saygısını kazanmış bir kadın. “Hayatımda kimseyi sallamadım” derken de, kendisine hakaret eden kişinin adını çıkaramadığında da abartmıyor; hayatta ve perdede doğal, sade, net ve samimi.

Nur Sürer’le Bursa’dan İsviçre’ye, oradan İstanbul’a uzanan ve hem sanatta hem de dünyada iz bırakan yaşam yolculuğunu konuştuk.

Söyleşi: Ayşegül Doğan

“Her şeye itirazım var”

En başta sanatı uydurmak istedikleri kalıba itirazım var ama Nur Sürer olarak her şeye itirazım var. Bu muhaliflik çocukluktan geliyor olabilir. Annem okuma yazma bilmeyen bir kadındı. Eğer o dönemdeki şanslı kız çocukları gibi okula gidebilseydi eminim çok yükselirdi. Ama fakir bir ailenin kızı annem, Bursa’nın bir köyünde büyümüş, okuma yazma bilmiyor. Ailesi Arnavutluk’tan gelmiş, Orhangazi’nin bir köyüne yerleşmiş. Bir tarihte İznik’te çekilen bir filmde çalışırken annemlerin köyünü gördüm. Çocukken giderdik aslında, ama şimdi unuttuk. 48 senedir İstanbul’da yaşıyorum.

Annem okuma yazma bilmemesine rağmen kendini geliştirmiş, muhalif bir kadındı. Ben CHP’li bir ailede büyüdüm, o zaman muhaliflik olarak o vardı. Annem Atatürkçüydü, İsmet Paşa’yı severdi, Cumhuriyetçi bir kadındı. Sonra ben yuvadan uçtum, daha başka bir şeye evrildim, annem gibi düşünmemeye başladım. Annemin hayatı boyunca başı açıktı, sonra yaşlanınca başörtüsü takmaya başladı. “Ben hiç ömrümde saçımı açmadım” diye iddia etti. “Anne, resimlerin var” diyorduk, “Şimdi resimlere bir şeyler yapıyorlar, saçı açıyorlar, siz de öyle yapmışınızdır beni” diyordu.

Babam da muhalif biriydi. Biz çok küçükken, ben yedi yaşındayken boşandılar. Kardeşlerim daha küçüktü. Ablam büyüktü sadece, o da erkenden, 16 yaşında evlilik yaptı. Belki kurtuluşu evlenmekte buldu. Biz babasız büyüdük, sonra annem evlendi, üvey babamız oldu. İyi bir adamdı, öyle filmlerdeki, romanlardaki üvey baba modeli değildi yani. O da öldü annemden önce. Biz dört kardeşiz. Üç kız; ablam, ben ve benim bir küçüğüm var, profesyonel aşçıdır. 12 senedir bir Fransız’la çalışıyor. Bir de erkek kardeşim var, en küçüğümüz. Ona annemizden yadigâr diyoruz, “Ben ölürsem bu çocuğa kim bakacak” derdi annem. Çocuk dediği de kazık kadar adam. (gülüyor)

Ben her zaman ailenin asi kızıydım. Hâlâ da öyle biriyim. Böyle büyüdüm ve kendime bir sürü şey de ekledim bu yaşıma gelene kadar. Sabahları beni görmeniz lâzım, televizyonu açıyorum, sabah gazeteleri okuyorlar, yorumlar falan… Dışarıdan biri duysa, bu kadın kiminle kavga ediyor der. Yüksek sesle konuşurum… Sarp hapishanedeyken kaç sene yüksek sesle konuştum, kediyle de konuştum, her şeyle de. Böyle rahat ediyorum, kendimi böyle seviyorum hatta.

Bursa’dan İsviçre’ye, reklam filmlerinden sinemaya

Ben Bursa’dan çıkınca İstanbul’a filan değil, doğrudan İsviçre’ye gittim. Anneannem ve dayılarım oradaydı. İsviçre’de beş yıl kaldım, tekrar Bursa’ya döndüm ama orada yaşayamayacağımı anladım. Biraz muhafazakâr bir şehirdir Bursa, halen de öyle. O sırada bir arkadaşım vardı, bir şirketten teklif almıştı, İstanbul’a yerleşiyordu. Ben de onunla geldim, Taksim’e yerleştik. O zamanki adıyla Intercontinental Otel’de çalışmaya başladım. Yedi-sekiz ay sonra otelde çok uzun süren bir grev oldu. Tam Ertem Eğilmez’in filmlerindeki gibi, Gezi Parkı’nda iki sene boyunca çadırlar durdu. Grevden sonra şirket çekildi Türkiye’den, sonra The Marmara oldu otelin adı. O taraflara gidince hep aklıma gelir o günler.

O dönemde birkaç reklam filminde oynadım, ünlü reklam yönetmenleriyle. İşsizdim tabii; deterjan, buzdolabı, birçok reklamda oynadım. Sonra sinema teklifleri gelmeye başladı. Hatta Ayhan Işık bile film teklif etti. Sene 1977. Zeki Alasya-Metin Akpınar’lı komedi filmleri için de geldi. Onlar komedyen olarak güldürecek, ben de onlardan birinin âşık olduğu komşu kızını canlandıracağım. “Yok” dedim, “böyle bir sinema düşünmüyorum.” Reklam filmlerinde oynar, kazanırım diyordum.

Sonra 1979’da, o zaman İsveç’te yaşayan Tuncel Kurtiz’in de olduğu bir proje çıktı. İsveç-Türk ortak yapımı. Orhan Kemal’in Bereketli Topraklar Üzerinde romanından uyarlama. Kadın oyuncu bulamadılar, çünkü başrol kocasını aldatan olumsuz bir kadın figürüydü, bu konuda hâlâ muhafazakârdı kadın oyuncuların bakışı. Birkaç aday vardı, Tuncel Kurtiz “Ben Nur’a oynatacağım bunu” dedi. Ben de istiyordum tabii, “Beni al, bu romanı çok seviyorum” diyordum. O film çok iyi geçti benim için, neredeyse bir prova bir çekim ilerledik. Böylece ilk filmim Bereketli Topraklar Üzerinde oldu. Bunu vurgulayayım, çünkü internette bir sinema web sitesi kurmuşlar, benim ilk filmim olarak, nereden uydurdularsa Sinderella Kül Kedisi yazmışlar, filmin tarihi 1971, ben o sırada zaten Türkiye’de değilim. Bunu da düzeltmiş olayım bir kere daha.

İlk filmden sonra bir yıl kadar proje bekledim. 1980’de Sinan Çetin’in ilk filminde oynadım: Bir Günün Hikâyesi – ki ilk ismi “Sabah”tır, sansürün baskısı sonucu değiştirildi. Sarı sendikayı eleştiren, madencileri anlatan bir filmdi. İki sene sansüre takıldı. Benim ilk ödül aldığım filmdir. O filmin çekimlerinde olaylar da oldu, bayağı üzerimize yürüdüler, mühendisler bizi maden ocağına çıkardı da saldırıdan kurtulduk. Üç-dört gün içinde çekimleri tamamladık ama sansürden çıkmadı. İki sene sonra, sansürden çıksın diye Fikret (Hakan) abiyle –nişanlıyı oynuyorduk– öpüşme sahneleri çektik, filmi yumuşatmak için. 1982’de çıktı, festivalde yarıştı, ben de ödül aldım.

“Şanslı bir oyuncuyum, çok iyi yönetmenlerle çalıştım”

Bu yıl sinemada 43’üncü yılıma giriyorum. Şanslı bir oyuncu olduğumu düşünüyorum. Çünkü çok iyi yönetmenlerle çalıştım. Sinemaya başladığımda Erden Kıral’ın Kanal’dan sonra ikinci filmiydi. Hep uluslararası festivallerde büyük ödüller almış iyi yönetmenlerle çalıştım. Bu anlamda kendi dönemimdeki birçok oyuncudan daha şanslı buluyorum kendimi. Çok iyi filmlerde oynadım. Biraz da zor beğenen biri olmamla ilgili…

Her yerde eleştirecek bir şey ararım; birini beğenirim ama yamuk bir yanını görünce ondan da vazgeçerim. Mesleğimde de en başından beri çok seçici davrandım. Sadece kafama uyacak projelere evet dedim bugüne kadar. Hiç zorda da kalmadım geçim açısından. Eh zaten insan ne kadar kazanırsa o kadar harcıyor, hayatını ona göre ayarlıyor.

“Ben ömrümde kimseyi sallamadım”

İktidarlara da yakın durmadım hiç. İktidarlar sanatçılara eskiden beri saldırır; önce yanına çekmeye çalışır, olmayınca karalar. Olsun. Bence bizim olmamamız lazım iktidarın davet ettiği yerlerde. Zaten bir-iki denemeden sonra “bu kadın gelmez artık” diye düşünüp listeden çıkardılar herhalde. Çok da iyi oldu. Eskiden bir de “devlet sanatçısı” unvanı vardı. Buna da inanmıyorum. Devletin sanatçısı ne demek? Oraya mı yapışıp kalacaklar yani? Bir sürü insana teklif ettiler. Ne olacak ki? Cenaze işine yarıyor galiba, bayrak örtülüyor üzerlerine anladığım kadarıyla, bir de sağken VIP’lerden geçiyorlar, o kadar yani.

Oysa iktidara yakın sanatçı olur mu? Yurtdışında da yok, göremezsiniz. İktidar sahiplerine durmadan küfrediyorlar oralarda. Bizde küfür yasak, içeri filan alırlar diye herkes korkuyor. Bir defa sanatın kendisi muhaliftir; bu yazar için de geçerli, edebiyatçı için de geçerli, bizim için de geçerli. Bizler iktidara uymayan elli bin tane şey yapıyoruz, ben de o işlerin içinde olmak istiyorum. Ben iktidara göre mi iş yapacağım, nedir? Ben hiç kimseyi sallamadım ömrümde. Bunca sene hep kendi istediğim, kendi beğendiğim işleri yaptım. Şimdi bu kafayla baktığımda, “keşke olmasaydım içinde” dediklerim de oldu ama o zaman herkesin beğendiği bir şeydi, şimdi bu kafayla beğenmiyorum.

“Bana ‘hain’ diyenlerin ismini bile hatırlamıyorum”

Kimseyi sallamayınca saldırılar da oluyor tabii. Bana da saldırdılar. MHP genel başkanının basın danışmanı (Yıldıray Çiçek), Çukur dizisi üzerinden beni ve Ercan Kesal’ı hedef aldı, bir gazetede köşe yazısı yazdı, “hain kadın” diye… Bir de Yol TV’de çok daha önce katıldığım bir programı yeni seyretmiş gibi üç-dört yıl sonra gündeme getirmiş.

Ben ifade özgürlüğüne inanırım, bu anlamda herkes fikrini söyleyebilir, ben de sallıyorum insanlara. Ama orada beni üzen tek şey, annem üzerinden bir şey yazmasıydı. “Bunu kim doğurdu” falan demiş. Annem çok zorluklarla büyüttü bizi, çok yoksul bir çocukluk geçirdik. O kadına haksızlık bu, diye düşündüm. Yani şimdi sen benim annemi bilmezsin, hangi koşullarda yetiştiğini bilmezsin, kadın öleli yedi sene olmuş… Dangalak, sen kimsin yani? Dedim, şunu mahkemeye vereyim, sonra vazgeçtim, aman dedim, o da hain diye düşünsün, ne yapayım, onları ciddiye almıyorum zaten. İnanın, gerçek bu. Benimle ilgili kötü konuşanların ismini bile hatırlamıyorum. Mesela o danışmanın siyasi partisinin adını bile unutuyorum. O kadar ilgilenmediğim bir parti ki, genel başkanının ismi de gelmiyor aklıma. Yani o kadar önemsemiyorum onların yaptıkları siyaseti. Ama bana saldıran MHP dahil, partilerin kapanmasına asla rızam yok, çünkü her partinin bir alıcısı var, oy vereni var. O insanların kendilerini ifade edebilecekleri bir mecra olmalı. Bence herkesin temsil edildiği bir Meclis olması gerekiyor.

“Sanatçıya saldırmak en kolayı”

Türkiye’de iktidarlar değişse bile dönem dönem sanatçılara yönelik saldırılar oluyor. Sanatçıya saldırmak esasında en kolay şey. Çünkü siyasetçilerden bile daha göz önünde insanlar. Bu yüzden siyasetçiler hemen sizi davet eder, birlikte olmak isterler. Olmayınca da hemen karalama… Göz önünde olduğumuz için, bize saldırmak en kolay şey.

“Herkesin bir Sezen Aksu şarkısı var bu ülkede”

Şimdi Sezen Aksu da öyle. Sadece şarkıcı değil, hem de besteci, ozan yani. Herkesin bir Sezen Aksu şarkısı yok mudur bu ülkede yahu? 47 sene olmuş müziğe başlayalı. Az buz bir şey midir bu? En az bin tane şarkısı var mesela benim çok sevdiğim. Deli şarkılar, hüzünlüler, aşk dolu olanlar, terk edilmişliği anlatanlar… Her şey var Sezen Aksu’da. Heybesi çok dolu bir kadın. Ona bunu yapmanın manasını gerçekten anlamıyorum.

Mesela Ahmet Kaya… Ölümüne bile yol açtılar Ahmet’in. Haksızlığa uğramanın üzüntüsü, memleket hasreti az şey değil. Aynı şey Yılmaz Güney için de geçerli. O da yurdunu terk etmiş, oralarda kahırdan ölmüş bir adam. Şimdi düşünüyorum da ne kadar genç öldü Ahmet… Son konuşmamızı hatırlıyorum, onların müzik stüdyosunun karşısında bizim evimiz vardı, bahçeden bahçeye sohbet ettik, “Abla görüşürüz” dedi. O an gelince aklıma hep gözüm yaşarır. Bir daha görüşemedik. Keşke gitmeseydi o geceye derim hep… Ahmet Kaya Türkiye’de her kesimden insanın çok beğendiği bir müzisyendi. Halen de öyle, milliyetçisi de, sağcısı da, solcusu da dinler onu. Böyle birine artık şarkıcı denmez, sanatçı denir, öyle biliyorum ben.

“Senaryoya inanırsam şu yaşımda çırılçıplak da oynarım”

Gülşen’e söylenenler mesela. Sana ne? Nasıl giyinirse giyinir, sana hesap mı verecek? Sen kimsin? Ben şu yaşımda gerçekten iyi bir senaryo gelse, bizim yaşımızdakilere pek senaryo yazmıyorlar ama varsayalım ki gelse, deseler ki kendinden genç birine âşıksın, çırılçıplak gözükeceksin, senaryoya inanırsam oynarım. Bu kadar net.

Ben oynarım, kime ne, ama belli bir yaştan sonraki kadınlar için film yapılmıyor Türkiye’de. Onlara ancak birinin annesi, kocası ölmüş kadın, evde kalmış hala, öyle roller veriliyor. Bu, bizim yaşımızdaki kadınlara yönelik bir ayrımcılık aslında. Avrupa sinemasında belli bir yaştaki kadın oyuncuya senaryo yazılıyor, Amerika sinemasında ise yok.

Ama iki ay önce çok şaşırtıcı bir şey oldu. Berkun Oya’yla çalıştım yeni bir filmde, bir kadının kırk yılını anlatıyor. Netflix’te gösterilecek. Şu anda montajda. Kadrosu da çok iyi. O kadar sevindim ki, teşekkür ettim yönetmene, dedim ilk defa oluyor bu. Gençliğimi oynayan bir oyuncu var ama ben varım filmde. Daha da yaşlandırıldım hatta. İran’dan bir ekip geldi makyaj ve saç için. Çok mutlu oldum, nihayet bizim yaşımızda birine de bir şey yazılıyor dedim.

“Hak, adalet mücadelesini destekledim”

Bazen bana “bu kadar açık sözlü, bu kadar cesur olmak başınıza dert açmıyor mu?” diye soruyorlar. Açtığı oldu tabii, ama işsiz kalmıyorum sonuçta. Emekli maaşım da var. (gülüyor)

Her zaman doğru bildiğimi yaptım. Cezaevlerindeki şartların iyileştirilmesi çabasının içinde oldum. Hak, adalet mücadelesini destekledim. Sinemada örgütlenmenin içinde oldum en başından beri. Bu bir sanatçı olarak, bir yurttaş olarak benim görevim diye düşünüyorum.

Benim kardeşim de bir buçuk yıl cezaevinde yattı 12 Eylül’den sonra. Önce Mamak’ta yattı, orada idam edilenlerin çoğunun ailesini gördüm, Mustafa Pehlivanoğlu diye bir ülkücü de idam edilmişti, ailesi oradaydı. Cezaevi şartları çok kötüydü. Annem, ben, kız kardeşlerim birlikte giderdik. Kardeşim Mamak’tan sonra Ulucanlar’a geldi, sonra Ayaş’a nakledildi, kasaba cezaevi gibiydi orası. Orada da dövmüşler, dişlerini kırmış jandarma. Annem gardiyana dedi ki, “Benim oğlum üç ay sonra çıkacak ama siz ömür boyu burada kalacaksınız.” Annem lafını etti ve gitti. Adamlar öylece kalakaldı.

Oyunculuğa başladıktan sonra TAYAD’lı ailelerle tanıştım. Hatta o zamanlar Selahattin Demirtaş da oradaydı, birlikte Ümraniye Cezaevi’ne giderdik, ailelerle kapıda beklerdik. Sonradan Diyarbakır Belediye Başkanı olan Osman Baydemir de oraya gider gelirdi. Birçok genç avukat geliyordu ailelere destek olmaya.

TAYAD’dan sonra başka bir dernek daha kuruldu, adını hatırlamıyorum, onunla ilgili beni de savcılığa çağırdılar, “kurucusuymuşsunuz” dediler. Doğruydu, valilik sorun çıkarmasın diye kurucu gösterdiler, ben de kabul ettim. O zamanlar savcılığa gidip ifade veriyorduk, üstelik DGM savcısı, ama sorun çıkmıyordu. Alevi derneklerinin, İHD’nin gecelerinde sunuculuk yapardım, ifade verirdim, biterdi. Şimdiki gibi değildi yani.

Bugün çok daha kötü, çünkü adaleti nasıl sağlayacaklarını bilemedikleri bir şey yaşıyoruz şu anda. Adam kadını bıçaklıyor, akşamüzeri bırakılıyor ama öbür yanda üniversite öğrencileri üç ay içerde tutuluyor. Neyin cezasını veriyorsun? Eylem yaptığı için, pankart taşıdığı için. Böyle bir adalet karmaşası olmaz.

Ben iki kez evlendim. İlki Bülent Kayabaş’la. Evlilik öncesi birkaç yıl beraber olduk, sonra kendiliğinden evlilikle sonuçlandı. 12 yıl evli kaldık, 1992’de boşandık. 1994’te de Sarp’la tanıştık. Halil Ergün tanıştırmıştı. 68 kuşağında bir mutaassıplık var, özellikle kadın erkek ilişkilerinde. “Hadi evlenelim” dedi Sarp, “tamam” dedim. Bana kalsa sevgili olarak yaşardım. Gerçi biz hâlâ öyleyiz Sarp’la, iyi sevgiliyiz. İkimiz baş başa yaşıyoruz, kimse yok hayatımızda. Kitap yazıyor şu anda. O yazdıklarını okur bana, fikrimi alır. Biz ikimiz de bilgisayar kullanmayı bilmiyoruz. Gençler geliyor, onun yazdıklarını alıp götürüyor, bilgisayara yüklüyorlar.

Hapishane yılları zor geçti. Her görüş gününe gittim, çalıştığım setlerde hep bilinirdi, “Nur abla Çarşamba günleri yok.” Çarşamba günleri saat 11’de ilk uçakla Ankara’ya giderdim. Bir sene Diyarbakır’da Sultan diye bir dizi yaptım, oradan da gidiyordum Sincan’a. Tam sekiz sene sürdü.

Sarp da, tıpkı Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş gibi AİHM’i kazandı. Ama çarçabuk yargıladılar ve cezasını onayladılar. Hapse girdikten sonra başladı AİHM süreci, AİHM’i kazandı. Ama tekrar yargıladılar ve hemen Yargıtay’a gönderdiler davayı, o da hemen onayladı. Sarp’ı yargılayanların hepsi şu anda Silivri’de yatıyor, FETÖ’cü. Ben bilmiyordum ama FETÖ’cü olduklarını daha o zaman söyleyenler vardı. Ama avukatları bile dinlemiyorlardı. Yani içerdekilerin davalarını onaylayan adamları cezaevinde yatırıyorsun ama onların ceza verdiği insanları da yatırıyorsun; böyle bir şey olabilir mi? Burada hukuktan bahsedebilir miyiz? Adaletten bahsedebilir miyiz? Bir yanda şaibeli birini maliye bakanı seçiyorlar, öbür yanda bankalara para yatıran garibanları içeri atıyorlar.

FETÖ işi çıkınca, Sincan Cezaevi’ni bir gün içinde dağıttılar. Sarp’ı Edirne’ye gönderdiler. Edirne’ye gitmek daha zordu. Şimdi düşünüyorum, Selahattin Demirtaş’ın ailesi oralardan kalkıp Edirne’ye gidiyor. Çok zor. Özel araban olmadıkça gidilecek yer değil, çünkü direkt otobüs yok oraya. Beni yeğenim götürüyordu. Çok özel bir engel olmadıkça her görüşe gittim. Neyse ki o zamanlar yalnız değildim, oğlum vardı, yeğenim kalıyordu benimle. Sonra onlar gidince son iki sene yalnız kaldım.

“Ben sevmem mektup yazmayı, Sarp mektupçudur”

Görüşe hep gittim ama mektup yazmadım, ben sevmem mektup yazmayı ama Sarp mektupçudur. Yazmayı sevmem ama mektup okumayı severim, bir yığın mektubu vardır bende. Ben bazen bir şey göndermem gerektiğinde, “sevgiler” diye bir not eklerdim sadece.

Şimdi o ayrı geçen yılları telafi ediyoruz. Günlük hayatımız gündüzleri yazarak, okuyarak geçiyor. Akşamları televizyondaki tartışma programları başımızın belası. Bir film izleyeyim diyorum, biriktirdiğim filmler var, “şuna bir bakalım” derken tartışma programlarına takılıyoruz.

“12 yaşında bir çocuk kendisini nasıl asar?”

O kadar üzülüyorum ki son zamanlarda… Mesela Enes… İki gün kendime gelemedim ben. Ondan on gün önce de cemaat yurdunda öğrencinin kafasını satırla kestiler. Ama Enes beni çok yaraladı. Çünkü kendi çektiği videoyu izledik. Karar vermiş… Öbür çocuğu görmedik, cesedini bile görmedik. Sadece haberini okuduk, saklayabilseler belki de haberini de saklayacaklar. Ama Enes bizi uyardı; “Bunlar oluyor” dedi. Arkadaşlarına yollamış, yazıya da dökmüş. Yani çok yaralandım ben. Anne olunca insan daha farklı düşünüyor. Gecenin bir yarısı oğlumu aradım. Hâlbuki bazen beş gün konuşmuyoruz, yurtdışında yaşıyor. “İyiyim anne, ne oluyor gecenin bu saati” dedi. Çok dokundu bana Enes’in ölümü. İki gün önce yine bir olay… Durmuyor adamlar! Dört çocuğu yine taciz etmişler, tecavüz etmişler. Ensar’dan bu yana, o 45 çocuktan sonra korkarlar, sinerler falan diyorsun ama hayır, durmuyor adamlar, devam ediyorlar.

Bir gün Yeşilköy tarafında çekimden dönüyorum. Çok güzel, çarşaflı bir kız, “Fotoğraf çektirebilir miyiz?” dedi. O kadar güzeldi ki yüzü, şimdi bile aklımda. “Ben şu aşağıda, Kuran kursunda hocayım” dedi, “Çektiğiniz diziye eleştiriler oluyor, bekâret testi kalktı artık diyorlar. Ama öyle kötü şeyler oluyor ki, çok iyi bir şey yapıyorsunuz.” Ben öyle kalakaldım. Kız fotoğraf çektirip gitti. Öyle kötü şeyler oluyor ki derken, neleri kastetmiş olabilir? Alın, bu cemaat evlerinde intihar eden çocuklara bakın. 12 yaşında bir çocuk kendisini nasıl asar? Üç ay geçti mi üzerinden, nasıl asar kapı koluna? Nasıl becerir böyle bir şeyi? Ben inanmıyorum buna mesela. 11-12 yaşında bir çocuk bunu beceremez.

Bu konuda sanatçılara da sorumluluk düşüyor ama asıl görev siyasetçilerin. Siyaset ne yazık ki görevini yerine getirmiyor. Bu cemaat ve tarikatlar yeni bir şey değil bu ülkede. Belki iyi denetlenseler, iyi bir şey olabilir. Dindar insanların gideceği, Kuran’dan bir şey paylaşacağı, hocalarla fikir alışverişinde bulunacağı bir yer olabilir. Ben inançlı biri olmadığım için o işlerin nasıl olduğunu bilmiyorum. Ama devletin bunları denetlemesi lazım, saldım çayıra Mevlâm kayıra gibi olmaması lazım.

“En yakıcı sorun yoksulluk”

Gördük FETÖ’yü zamanında, üniversitelerde kayıt zamanında çok iyi hazırlanıyor, masa kuruyorlardı. Buralarda yoksul aile çocuklarını ele geçirdiler. Anne babalar çocuklarını kendi elleriyle onlara teslim ettiler. Hep söylerim, yoksulluk başa bela bir şey gerçekten. Türkiye’nin en yakıcı sorunu yoksulluktur.

Benim çocukluğum yoksulluk içinde geçti. Annem ev işlerine giderdi, o evlerde yediği şeylerin bir kısmını eve taşırdı. Muz nedir, bilmiyorduk mesela. Bir tane getirirdi ve onu evde tutardı. O muzu yiyemezdik. Kokunca tüm eve kokusu dağılırdı. Bu evde muz yeniyormuş gibi… Bayramlarda, Bursa’nın zenginleri bizi giydirirdi. Ben utanırdım. Gider, okulda yemek yerdik; Okul Aile Birliği’nin yoksul çocuklara verdiği yemekleri.

Şimdi görüyorum, çocuklara mont aldılar diye haber yapıyorlar, bunların hepsinin gizli yapılması lazım. Bizimle de fotoğraflar çektirilirdi. Bitmeyen bir travma. Ben o çocukları, aileleri çok iyi anlıyorum.

Gerçekten yoksulluk başa bela bir şey. Çocuğuna bir şey alamamak, evini geçindirememek. Şu an bir sürü evde milyonlarca insan ısınamıyor. Sette kamera arkasında çalışan çocuklara soruyorum; diyorlar ki, “Evde polar ceketle oturuyoruz”. Bu mudur yani? Bu ülkenin vatandaşı buna mı layık? Bu kadar zamdan sonra utanmadan “En küçük emekli maaşını 2500 lira yaptık” deniyor. Sanki matah bir şeymiş gibi…

“Kendimi rahat hissetmiyorum bu ülkede”

Yoksulluk, çevre; artık benim derdim bunlar. Hepsinden önce de kadın cinayetleri. Günde üç kadın öldürülür oldu, kim bu sorunun sahibi? İçişleri Bakanı işi gücü bırakmış İBB Başkanı’yla uğraşıyor. Kadın cinayetleri İçişleri Bakanı’nın işi değil mi? Hakikaten kimse üzülmüyor mu buna? Belli bir kesimin işi mi bu? Birtakım yazarlar yazacak, kadın örgütleri peşine düşecek, bu kadar mı yani?

Ben kendimi rahat hissetmiyorum bu ülkede. Bunu söyleyince de, “defol git” diyor bazısı cevap olarak. Sana mı soracağım nereye gideceğimi, sen kimsin? “Bu ülkenin ekmeğini yiyorsun, bizim vergilerimizle” falan diyor bir de… Sen kimsin ya? Senin kaç paralık vergini ben kullanmış olabilirim? Sen asıl vergilerini nereye veriyorsan onlara hesap sor, benle ne uğraşıyorsun, sen kimsin yani?

“Umuda Yolculuk göç dramının adı oldu”

Beni çok üzen bir başka şey de, Ortadoğu’da yaşananlar, buraya gelen göçmenlerin hali. 2007’de başlayan Asi dizisi için bazen hafta sonları Halep’e gidiyorduk. Çok güzel bir ülkeydi. Oralarda taş üstünde taş bırakmadılar. İnsanlar özgürdü. Laik bir ülkeydi. Kız kardeşi askılı bluz giyen, ablası peçe takan pek çok insan görürdüm. Bizimle fotoğraf çektirirlerdi. Ayrıca sokakta rahibeler görürdünüz. Halep şehir olarak da çok güzeldi; gökdelen gibi şeyler yapıp şehrin rengini, dokusunu bozmamışlar, yeni yapılan binalar da bu dokuya uygun yapılmış. Çok yazık oldu o güzelim şehre…

Göçmenlerin durumu çok üzücü. Tam bir insanlık dramı. Göçmen olmayı da oynadım ben. 1990’da Umuda Yolculuk filminde. Gerçek bir olaya dayanıyordu, senaryoyu Feride Çiçekoğlu yazmıştı. Maraşlı bir Alevi ailenin kaçak olarak İsviçre’ye gitmeye çalışmasını anlatıyordu. Filme konu olan aileyi tanımıştım ben. İsviçre’de bayağı büyük olay olmuştu. Hatta biz çekim yaparken kaçak aileyi bulan ve daha aile fark etmeden çocuğun donmuş olduğunu ilk gören polis geldi oraya ve hüngür hüngür ağladı. O sırada baba hapisteydi çocuğun ölümüne sebebiyet vermekten. Şu anda bunun yüz katı yaşanıyor. Filmin adı da hâlâ güncelliğini koruyor, göç dramının adı olarak kaldı filmin adı. Mesela bir tekne devrilince, “Umuda yolculuk faciayla bitti” deniyor hâlâ.

“Film çekiyorlar burada, siz de görünün”

Birçok trajik şeye de tanık olduk sinema yaparken, komik anılar da var. Birini anlatayım size. Sene 1985 herhalde, dördüncü filmim. Henüz kimse tanımıyor beni. Sultanahmet’te çalışıyoruz. Fidan diye bir gençlik filmi, yönetmen Erdoğan Tokatlı… Filmde bir sahne var; ben evden kaçmışım, çocuk beni kandırıyor, arkadaşının yanına gidecek, “Kızı eve atacağım, senin evin anahtarını ver” diyecek. Böyle bir sahne. Kamera da Coca Cola kamyonunun içinden çekim yapıyor. Rahmetli Erdoğan abi bana “Sen otur masaya, garson falan gelirse bir çay iste” dedi. Biz prova yaptık Talat Bulut’la beraber. Talat gitti öbür oyuncuya diyeceğini dedi, ben de gittim oturdum. Hakikaten garson geldi. “Buyurun ne alırsınız” dedi. “Bir çay rica ediyorum” dedim. Çocuk eğilip kulağıma dedi ki, “Sizi kapamayayım, burada, Coca Cola kamyonunun içinde kamera var, film çekiyorlar, siz de görünün.” Teşekkür ettim, “ben çay alayım” dedim, bir an önce gitsin diye. Skeç gibi adeta… Ne bileyim, öyle çok anı var ki… Bir başka filmde, Anadolu’da Tarık Akan’la çalışıyoruz. Mola verildi, sandviç yiyoruz. Köylü çocuklar birden aşağı doğru koşmaya başladı, “Anaa, yemek de yiyor bunlar” diye. Oyuncuyu nasıl tasarladılarsa kafalarında, yemeyen içmeyen, sadece perdede görülen birtakım insanlar… Özellikle Anadolu’da böyle komik şeyler yaşanıyordu.

“Kürt sinemasını çok beğeniyorum”

Birçok filmim de yasaklandı. Mesela Adıyaman’da çekilen, Sarı Günler diye bir filmde oynadım, yasaklandı. Halepçe’yi anlatıyordu. Alman vatandaşı olan bir Iraklı yönetmenle çalışmıştık. Ben Soranice konuştum filmde, ezberledim daha doğrusu. Kulaklıkla dolaştım aylarca. Bir ara dedim, galiba yapamayacağım. “Yok” dedi yönetmen, “ben sizi Umuda Yolculuk’ta çok beğendim, vazgeçmeyeceğim, gerekirse dublaj yaptırırım Almanya’da bir Kürt kadına.” O zamanlar Mezopotamya Kültür Merkezi açıktı, öğrenci gibi oraya gidip geldim. Sonra çok beğendi yönetmen, “işte bu” dedi. Hatta filmde ağıt bile okudum, o kadar ileri gittim yani… Film Türkiye’de yasaklandı ama Avrupa’yı gezdi. İngiltere’de Kürt Filmleri Festivali’nde gösterildi. Önemli bir festivaldir.

Kürt sinemasını yakından takip ediyorum. Çok da beğeniyorum ve onların hikâyelerini çok inandırıcı buluyorum. Çünkü anlatacak çok hikâyeleri olduğunu biliyorum. Heybelerinde çok hikâye var onların; dedelerinden, babalarından. O yüzden onları seviyorum. Çok yeni bir soluk olduğunu düşünüyorum sinema için.

Kürt sinemacılar deyince, Yılmaz Güney’i anmak lazım. Onunla hiç çalışmadım, tanışmadım ama onu her fırsatta hatırlatırım, çünkü sinemamız için çok önemli bir insan. Çok yönlü biri; senarist, oyuncu, hikâye anlatıcısı, yönetmen. O dönemin genç yönetmenleri, onun izinden yürüdü. Birçoğu asistanlığını yaptı. Latin Amerikalı yönetmenler bile filmlerinin jeneriğine “Yılmaz Güney’in anısına” diye yazdılar. Yani sadece bizde değil, dünyada da çok önemli bir isim, hiç unutulmaması lazım.

“Gerçekten bir 12 Eylül filmi yapılmadı”

Aslında Türkiye’nin de heybesinde çok hikâye var ama anlatılmadı. Bir 12 Eylül filmi yok mesela. 1986’da Ses’te çalıştım ben, 1989’da da Uçurtmayı Vurmasınlar filminde. İkincisi çok beğenildi ama o bence tam olarak 12 Eylül filmi değil, biraz başka bir şey. Oradaki kadınla çocuğun yakınlaşması insanları çarptı belki de. Dönem itibariyle bir yanıyla da siyasi tabii ama bir 12 Eylül filmi değil.

Gerçekten bir 12 Eylül filmi yapılmadı. Resmi Tarih diye bir film vardır, Latin Amerika filmi. Onun gibi bir film yok. Bu ülkede de çok acılar çekildi, bu acıların filmi yapılmadı. Oysa şu anda yaşadığımız şeyler 12 Eylül’ün döşediği taşlar yüzünden. O darbenin izin verdiği, alan açtığı şeyleri yaşıyoruz.

“Uçurtmayı Vurmasınlar, evladım gibi”

Hangi filmlerini daha çok sevdiği sorulur oyunculara. Bana da sorulur sık sık. Ben sevmediğim hikâyede rol almadım hiç ama bazı filmlerimi özel olarak severim. Ayna filmi mesela, yönetmeni Erden Kıral. Bu film Almanya adına 1984 yılında Venedik’te yarıştı ve çok beğenildi. Çok severim o filmi. Burada İFF’nin ilk zamanlarında gösterildi, o kadar. Yine Almanya’da çektiğim bir film var, Korkunun Karanlık Gölgesi. Bir mülteci işidir. Çok iyi filmdir. Tuncel Kurtiz’le oynadık, Alman oyuncular da vardı.

Uçurmayı Vurmasınlar’ı da seviyorum tabii. Sevgili Tunç Başaran’dı yönetmeni, öldü ve o filmi evladım gibi görüyorum. Orada sadece kadınlar vardı, cezaevi müdürü ve bir de asker vardı. Onun dışında tamamen kadın imecesi bir filmdir o.

“Kadınlar artık her yerde”

Kadınların bizim sektörde çoğalmasını çok önemli buluyorum. Bir dizi setinde 150 kişi varsa, neredeyse 70-80’i kadın artık. Bu o kadar sevindirici bir şey ki benim için. Ben sinemaya girdiğim zaman kadın asistan bile yoktu. Çok şaşırmıştım. İlk filmim İsveç-Türk ortak yapımıydı, orada kadınlar vardı ve ben de her yerde öyle zannediyordum, sonra Yeşilçam’la yüz yüze gelince hayret ettim. Herkes de çok normal karşılıyordu bunu. Kadın oyuncu var, kadınlar üzerine bir star sistemi kurulmuş. Ama kamera arkasında yok, kadına bir tek kamera önünde var olma hakkı var. Sonra yavaş yavaş değişti her şey. Şu anda kadınların çokluğu şahane bir durum. Netflix’in işinde oynarken bir kadın görüntü yönetmeniyle çalıştım, inanın, yaş geldi gözümden. “Deniz sana sarılmak istiyorum” dedim. Kamerayı taşıyamaz, kameramanlık yapamaz dediler, ama her şeyi yıktı kadınlar sinemada, artık her yerdeler.

“Sinemadan ilk emekli olan biziz”

Kadınların varlığı çok önemli, sektör gelişiyor ama bizim yığınla sorunumuz var hâlâ. Mesela sinemadan ilk biz emekli olduk, biliyor musun? Kaç sanatçı Meclis’e girdi, ama hiçbir şey yapılmadı. Ediz Hun, ANAP milletvekili oldu ama o da hiçbir şey yapmadı, Meclis’e girmesi sinemacıların hiçbir sorununu çözmedi. Sonra SHP’den Zülfü Livaneli oldu. O da ne yaptı, hiç bilmiyorum. Berhan Şimşek CHP İstanbul milletvekili oldu. Berhan’a dedim artık, “Oğlum hiçbir şey yapmıyor musunuz siz ya?”

Mustafa Kul diye biri vardı, SHP’li Çalışma Bakanı, bir tek o vardı bizim sektörün sorunlarını dile getiren. Bazen toplantılarda hatırlatıyorum, “Unutmayalım o ismi” diyorum. Mustafa Kul teklif verdi, kabul edildi. Geriye dönük olarak borçlandık, 40-50 bin liraydı o zamanın parasıyla. Birçok arkadaşımızın parasını denkleştirdik, bir sürü insan bu haktan yararlandı. Pavyonda çalışan utçusundan tut tiyatrocusuna kadar, o kadar çok insan emekli oldu ki, Allah razı olsun o adamdan. Böyle bir şey yaptı bizim için. Öbürleri? Hiç! Rüzgâr gibi geçtiler. Sinemayla ilgili tek bir şey yapmadılar.

“Örgütlü olmak güzel bir şey”

Bizim işkolunun sorunları emeklilikle bitmiyor tabii. Pek çok sorun var ve pandemiyle birlikte daha çok arttı. Bir kere salgının ilk yılı dokuz ay çalışmadık. Sadece birkaç şirket çalıştı, Kuruluş dizisini çekenler gibi… Ama ne gariptir ki onların oyuncuları “Evde kal Türkiye” gibi tanıtımlar yaptılar. Sen evde kalabilirsin tabii, senin trilyonların var! Ukalalık yaptılar, ama bir taraftan da çalıştılar. Bizler dokuz ay çalışmadık. Ben o zaman Çukur’da oynuyordum, epey süre sonra tekrar başladık çalışmaya. Çok zor oldu tabii. Bir de ücretleri zamanında ödeyemediler. Kamera arkasında nereden baksan 150 kişi çalışıyor. Yeşilçam’ın 15 kişiyle film çekilen zamanları gibi değil ki.

Mesela sendika sorunumuz var. 12 Eylül’den önce Sine-Sen vardı, setlere hâkimdi; çalışma saatleri, beslenme gibi konularda sözü geçerdi, gerekirse seti durdururdu. DİSK’e bağlı olduğu için 12 Eylül’de kapatıldı, 1983’te tekrar faaliyete geçti ama eski canlılığını yakalayamadı. Şimdiki gençler tanımıyor bile. O kadar dizi çekiliyor, film yapılıyor. Bazen sette çocuklara soruyorum, “Sendikalı mısınız” diye. Çoğu değil. Şimdi Sinema Televizyon Sendikası var, fena da değiller. “Sendikalı olun” diyorum, “örgütlü olmak güzel bir şey”. Ben örgütlü olmaya inanıyorum. Bu mesleğin içine girdikten sonra hemen örgütlü oldum.

İkinci filmimin setinden döndükten hemen sonra darbe oldu, sendikalar kapandı. Bir zaman öyle geçti, sonra tekrar toparlandık ama eskisi gibi olmadı. Bir dönem Sine-Sen’in yönetiminde de çalıştım. Sonra ANAP’lı bir milletvekili dernekleşmeyi önerdi, bu kez SODER’i kurduk. Hatta benim evimde kuruldu, öyle diyeyim. O zaman yaşayan arkadaşlarımızla; Aytaç Arman, Yaman Okay, Menderes Samancılar… İlk yönetim kurulunda biz vardık. Sonra yönetimi bir daha hiç ele geçiremedik. Biz sonra ayrılıp Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneği’ni kurduk. Fatma Girik de katıldı. O dört stardan sadece Fato; Filiz Akın zaten mesleği bırakmıştı. Türkan Şoray ve Hülya Koçyiğit gelmedi. Ama biz bayağı büyüdük dernek olarak. Gerçi şimdi onun da bir etkisi kalmadı.

“Beş günde sinema filmi uzunluğunda iş yapıyoruz”

Örgütlenme yaygın olmayınca bizim sektörde sorun bitmez. Biz şu anda üç saatlik dizi için beş gün çalışıyoruz. Önce daha da uzundu bu süre. Tempoyu oturtana kadar daha zor oluyor. Mekânlar belli olduktan sonra kamera açıları da oturuyor; evi tanıyoruz, odaları, mutfağı… Bunlar oturunca şimdi iki tam gün izin yapıyoruz. Artık sesli çektiğimiz için dublaja zaman ayırmıyoruz. Gerçi o zaman diziler 60 dakikaydı, şu anda 150 dakikaya çıktı, sinema filminden uzun iş yapıyoruz. Bir sinema filmi bir, bir buçuk ayda çekiliyor. Yani biz beş günde sinema filmi uzunluğunda iş yapıyoruz.

Bu yüzden bir filmde oynayamadım mesela. Kazım Öz’ün Maraş’ta çekilen bir projesine gidemedim. Yaz olsa giderdim ama Maraş Katliamını anlatan bir film, kışın çekilmesi lazım. Yine bir proje var Ermenistan’da, bir Kürt anneyi canlandırmak için teklif aldım ama buradaki işi aksatamayacağım için gidemedim.

Berkun Oya’nın işi diziden önceydi, ama çalışmaları başlamıştı. Ona rağmen çok zorlandım. Dört gün burada, üç gün İznik’teydim. Taşımacılığı Berkun’un şirketi yapıyordu; gece orada işim bitince beni eve getiriyorlardı, ertesi sabah burada işe gidiyordum, iki gün çalışıyordum, araba gelip beni çalıştığım mekânın kapısından alıyordu. Çok zorlandım, yoruldum. Bir işi yaparken, başka bir işe adapte olamıyorum, ama filmin hikâyesi çok beğendiğim bir hikâye oldu.

“Dijital kanallar yerli yapımlara yöneliyor”

Dijital TV mecraları bizim sektörde bazı şeyleri değiştirdi. Oyuncular dizi kadar uzun süreli işler yapmak yerine bu alanda çalışmayı tercih edebilirler. Çünkü Netflix ve BluTV artık yerli yapımlara yöneldiler. Hem Kulüp, hem Bir Başkadır yurtdışında bile çok izlenen işler oldu. Mesela benim oğlum İngiltere’de yaşıyor. Bir arkadaşı, Netflix Türkiye’de yapılmış bir diziyi beğenerek izlediğini söylemiş. Oğlum, “Annem de oynuyor orada” deyince şaşırmış. Mesela Burcu Biricik’in oynadığı Fatma da çok beğenildi, dışarıda da bayağı ilgi gördü.

Ana akım medyanın yerini alır mı bilmiyorum ama dijital medya giderek güçleniyor. Tabii ana akımda yayınlanan uzun diziler hâlâ birinci sırada. Nedenine bakınca, gene dönüp dolaşıp yoksulluğa geliyoruz. Dijital kanallara abone olamıyor insanlar. Ona her ay 10 lira vereceğime, beş tane ekmek alırım diyor. Bize gelen yardımcı Nuray’dan biliyorum; çocukları Netflix’i izlemek istiyor ama diyor ki, ancak internet alabiliyorum, o da dersinden, arkadaşlarından geri kalmasın diye. Eh, bu durumda oturup televizyona bakıyorlar, ne yapsınlar...

“Oyuncu sıradan biri olmalı”

Yıllardır oyunculuk yapan biri olarak birlikte çalışmak istediğim yönetmen ve oyuncular da var; çalışmak istemediğim yönetmen ve oyuncular da. Böyle bir listem var ama kendime saklıyorum. Ama o kadar kesin ki, sadece onlar kaldı piyasada deseler, o zaman ben köyüme giderim yani. Çünkü insanı sevmeyen insanın bu işi yapmaması gerektiğini düşünüyorum. Kibir istemez bu iş, oyuncu olacaksan sıradan biri olacaksın. Mesleğime öyle bakıyorum ben.

Çoktandır genç yönetmenlerle, daha bağımsız filmlerde çalışıyorum. Burada oyunculuk yapıyor ve paramı kazanıyorum, öbür tarafta da genç yönetmenlerle buluşmak istiyorum. Birçok arkadaşımla beraber bir şey talep etmiyoruz onlardan ama tabii sinema her bakımdan pahalı bir iş. Biz yine de gönüllü olarak destek oluyoruz onlara.

Sinema eskiden de pahalı bir işti ama bugün farklı. Kısa filmlerde bile bir konfor aranıyor artık. Cambridge’de bir kısa filmde oynadım, adı Tünel. Şu an tüm dünyayı dolaşıyor ve beş tane ödül aldı şimdiden. Yönetmen Türk. İkinci yönetmen bir arkadaşım. “Bir hikâye yazdım abla” dedi, Cambridge’de çektik. Kısa filmleri de seviyorum. Seviyorum deyince de üşüşüyor öğrenciler. (gülüyor) Ama olsun, çok seviyorum ben gençleri.

Ali İsmail’e adanan ödül

Geçen yılın sonunda Eskişehir Film Festivali’nde Onur Ödülü verdiler bana. Benim için çok anlamlı bir ödüldü.

Eskişehir’in benim hayatımda önemli bir yeri var. Çocukluğumuzda her sene giderdik oraya. Teyzemin kocası TCDD’de çalışırdı. Bizim için hem tatil olurdu, hem de teyzemlerin durumu iyi olduğu için üç ay pek para harcamazdık. Bütün yaz tatilini orada geçirirdik. Bu yüzden Eskişehir’e gitmek benim için çok hoş oldu.

Gidince elbette Ali İsmail’in izlerini takip ettim; evine gittim. Odasını olduğu gibi koruyor annesi. Ben de ödülü Ali İsmail adına aldım. Bu ödül de o odaya gidecek, öyle istiyorum. Bu yüzden gözüm gibi bakıyorum ona.