MİZGÎN AYDIN
Hepimiz Orada Kaldık
İşte geçmiş yok oldu yine, çöken binalarla birlikte. Hatıralar, anlar, saatler, yıllar, al nakışlı, bin dallı ömürler… Güzelim Antakya’lar, Hatay’lar Komagenne’nin yadigârı başka diyarlar… Bakışların dans ettiği, mendillerin sallandığı, hüzün ve umutların arz-ı endam ettiği o pencereler yok artık. Dönüş ve uğurlayışların, tutuşan ellerin, öpülesi ayrılışların eşlik ettiği o kapılar açılmayacak bir daha.
Tanıdığımız olsun olmasın o insanlar, o çocuklar, o bilge yaşlılar, o diller, şiveler, o kendine özgü yerel ağızlar yok artık. Çünkü “coğrafya kaderdir, kader de birileri için per perişan bir hayat ve ölümdür”ü düstur edinenlerin yürüttüğü sistem, bir kez daha sadece enkaz ve ölüm demek olduğunu gösterdi. Lâkin bunca saygısızlık, simsarlık, bunca sömürgenlik, insan hayatını bunca kurban eden bu beton yüreklilik, bu betona gömülesi paragözlük, ne coğrafya ne de kaderdir. Tepeden tırnağa suç, tepeden tırnağa coğrafya ve kader düşmanlığıdır. Ama hâlâ “coğrafya kaderdir” diyenler varsa, öyleyse “coğrafya suçtur, suçlu da sensin” diyecek yıkık kentler. Coğrafyanın da kaderin de acısı ve tatlısıyla güzel, baharı ve kışıyla birlikte masum ve yaşanılası olduğunu unutmadan.
Ama söz konusu düşmanlık öyle bir düşmanlıktır ki, 6-7 Şubat‘ın her anındaki kırık insan bakışlarında, kaçışan bedenlerin çizdiği beyhude zikzaklarda mehterlerini öttürdü! Deprem yaşamış illerin “en az zarar görenlerinden” olarak ilan edilen Diyarbekir’de de yıkılmış bir evin, çatlayan bir duvarın, boşalmış bir sokağın, sahipsiz kalmış bir kedinin, karanlığa gömülmüş çiçekli bir pencerenin bile neleri neleri yıkıp yok ettiğini, gelecek duygusunun nasıl havalara uçurulduğunu, komşu bahçenin boynu bükük ağacının nasıl da her şeyin boynunu büktüğünü gördüm. Şehirden kaçışın, geçmişten, sarılası hatıralardan da kaçış olduğunu; o sonsuz, gün ve geceler boyu yolları tıkayan araçların her kıpırdayışta, aslında geçmiş ve gelecek duygusunun üzerinden de geçtiğini de gördüm. Yol, yol değildi artık, hayaletleri taşıyan araçların, arkalarında kırılmış hayat kristalleri bıraktığı bir mecraydı sadece. Bu nedenle kurtuluş da kurtuluş değildir. Hayır, herkes öldü! Hepimiz orda kaldık. Orada…
Orası neresi, diye sorulursa eğer, cevap şu; orası asla deprem pornografisine dönüştürülüp üzerinde şov yapılan, her defasında hazır ve nazır olan deprem sırtlanlarının dans pistine çevrilen yer değil. Ama orası, orasıdır ve dürüst bir kalbi olan herkes neresi olduğunu bilir. Çünkü uzaklığa rağmen kendisi de oradadır. Çünkü insanlık iyidir. İyilik, iyi olmak, sessiz, gösterişsiz, yalın, direnç yüklü ve çetin olmaktır.
Tam şu an, yakından bilip, tanıyıp sevdiğimiz direngen ve onurlu kadının, Melike Abla’nın da kolonları çalındığı için yıkılan Galeria’nın enkazından, tüm hayalleriyle birlikte maalesef cansız olarak çıkarıldığını öğrendik. Oğlu ise hâlâ orada; binlercesi ile birlikte, tüm deprem sathında… Oysa evini ne çok sever, herkesi davet ederdi, tıpkı diğerleri gibi. Ama ev, ev değilmiş işte, mezarmış! Bu coğrafyanın insanlarını sağlam bir eve bile lâyık görmeyip yıllarca, mezarı olacak bir evde yaşadığını bilmesini bile engelleyen bu sistemin sahipleri, hangi evde, nasıl yaşıyorlar ve o evlere “ev” denir mi sorularını ise uzak tutalım şimdi.
Ama ev; kaçıp sığınılan yer, koruyan yuva, geçmiş ve geleceğin, şimdinin kollarında çiçek açtığı yer ise, neden böyle öldürür? Ya da ev nasıl yabancılaşır böyle, arkadan kovalar bir canavar gibi? Bir şehir nasıl böyle boş, yıkık ve uluyan ve ağlayan ev cehennemine dönüşür?
Ev’i kim bu hale getirdi? Tüm canlılar için yegâne şans, huzur, güvenlik ve saadet mekânı olan ev’i kim böyle yıktı?
Bu sabırsız soruların, ne travma uzmanlarından ne de tuzu kuru samimiyetsizlerden cevap kabul etmediğini belirtip geçerken, depremin merkez üssü olmasına rağmen Maraş’ta zücaciye dükkânının; karşısındaki binanın tüm canları gitmişken, porselen ve cam bardak ve tabaklarıyla sapa sağlam yerinde durması; camların, canlardan daha sağlam evlerde yaşadıklarını gösterdiğine tanık olduk. Canlar gitti, camlar sağ kaldı, gözünüz aydın olmasın!
Evi yıkılanlar ve yıkılmayanlar, depremden fiziken sağ kurtulanlar ve kurtulamayanlar olarak aslında artık evsiziz! Zira yıkılan ev de, mezar olan ev de, artık hiç olmayan ev de, muhtemelen bu seferlik kurtulan ev de bizim! Ama bu saatten sonra hiç kimse hayat ve canlarımız, gelecek ve geçmişimiz için, mezar olamayacak evler kurmamızı engelleyememeli. Artık tepemize çöküp her şeyi enkaza çevirecek evlere mahkûm edenlere geçit yok.