Her geçen gün derinleşen ekonomik kriz, tırmanan siyasi gerilim, yükselen mülteci karşıtlığı, sınır ötesi askeri operasyonlar, peşi sıra gelen yasaklar ve tartışmalı yargı kararları… Yaşananlar toplumu nasıl etkiliyor? Tüm bu süreçlerin beraberinde getirdiği toplumsal sıkışmışlık ve belirsizlik nereye evrilir, siyasi sonuçları neler olabilir? Ayşegül Doğan sordu, Sosyal Psikolog Prof. Dr. Melek Göregenli Türkiye’nin halet-i ruhiyesini yeniden tv için değerlendirdi.
Söyleşi: Ayşegül Doğan
“Türkiye’nin halet-i ruhiyesi belirsizlik”
Türkiye’nin halet-i ruhiyesini bir tek sözcükle anlatmaya çalışsam “belirsizlik” derim. Belirsizlik, hem bizim ülkemizdeki iktidar ve hem de benzerlerinin yönetme biçimi açısından onların işini kolaylaştıran çok önemli bir kavram olduğunu biliyoruz. Neredeyse 1950’lerden beri sosyal psikoloji literatürü bunu sürekli vurgular. İktidarların belirsizlik iklimini kullandığını biliriz. Çünkü muhafazakârlığı çok besleyen bir şeydir belirsizlik algısı. Ama son dönemde, ekonomik belirsizlik mi diyelim, ne diyelim, yani bir sütün fiyatının bir hafta sonra ne olacağını bilememek, öngörememek, çok başka bir ruh haline yol açıyor. Bu bütün toplum için böyle. Sütü alma konusunda bir sıkıntısı olmayanların da bu ekonomik belirsizliğin sonuçlarından başka türlü etkilenmeleri söz konusu. Bundan etkilenmeyen kim var dersek, bir takım müteahhitler, bu dönemde bile kârlarını maksimize edenler belki etkilenmiyorlar. Ama onlar da belki bu düzenin değişebileceği ihtimalinin yarattığı belirsizlikten etkileniyorlar.
“Gelecek fikri kayboluyor”
Bence inanılmaz bir belirsizlik ve bunun yarattığı gelecek tahayyülünün, gelecek fikrinin kayboluşundan bahsetmek mümkün. Yani hiç kimse bırakın bir yıl sonrasını, bir hafta sonra ne olacağını bilmiyor. Bu çok önemli. Ve bu, Türkiye’nin çok farklı gruplarını farklı şekillerde etkiliyor.
Bir sosyal psikolog olarak şunu söylemeliyim. Türkiye diye bütün, yekpare bir toplum yok, hiçbir zaman da olmadı. Hiçbir toplum da böyle değildir. Her sınıfın, toplumsal grubun, farklı cinsiyetlerin, etnik kimliklerin başka başka ilişkilenmesi söz konusudur sistem ya da hayatla. O yüzden birkaç kavram tüm toplumun davranışını ya da ruh halini anlatmaya yetmez. Ama buna rağmen şu aralar belirsizliğin tüm toplumu kesen bir şey olduğunu düşünüyorum.
“Erdoğan çok uzun süredir kendi seçmenine konuşuyor”
(Erdoğan’ın “aç kalan falan yok” sözleri) Bazen şüpheye düşüyorum, aç kalan olmadığına hakikaten inanıyor mu? Neyin farkında olup olmadığını çok bilmiyoruz. Ama biliyorsa da tüm topluma söylemiyor, muhafazakâr orta sınıfa söylüyor bunu: “Siz aç değilsiniz ve herkes de sizin gibi.” Yani “muhalefetin abarttığı kadar bir ekonomik kriz yok” demek istiyor. Tayyip Erdoğan çok uzun süredir aslında kendi seçmenine konuşuyor. İktidar da hegemonyasını kendi seçmenine mesajlar üzerinden kuruyor. Bütün bu baskı politikalarının artması, ekonomik krizin ya inkâr edilmesi ya meşrulaştırılması, hep dış güçlere bağlanarak sorumluluğun reddedilmesi... Bütün bunlar aslında kendi grubuna dönük söylemler. Kendisine oy verenleri ikna etmeye çalışıyor.
“İktidarın hegemonya araçları tükeniyor”
(Muhafazakâr seçmenlerde kopuş olduğuna dair araştırmalar) Ben de orada bir kopuş olduğunu düşünenlerdenim. Ama bunu kamuoyu araştırmalarına bağlı olarak düşünmüyorum. Sosyal psikoloji bilgileri bize bunu söylüyor. Çünkü böylesi bir ekonomik kriz, böylesi bir hayatta kalma aşamasına gelmiş olan mücadele, oy verme davranışlarının aynı yönde olmasını mümkün kılmaz.
Belirsizliğin muhafazakârlığı beslemesi konusuna dönersek. Belirsizlik zaten kaynakları kıt olan toplumsal grupların kaynaklarını korumak için içlerine kapanmalarına, yeniliğe açık hale gelememelerine yol açıyor. Kendi kaynaklarını korumak için çaba göstermelerine neden oluyor. O da çok büyük değişiklikler yapmalarını mümkün kılmıyor. Oy verme davranışı da bunun içinde. Muhafazakârlık zaten böyle bir şeydir. Eşitsizliği görmezler, adaletsizliği görmezler, kendi durumlarını meşrulaştırırlar ve iktidarın geliştirdiği, yaşadığımız olumsuz koşulların –onların kendilerinin de yaşadığı olumsuz koşulların- sebebinin iktidarın politikaları olmadığına dönük söylemlere daha çok inanmaya açık olurlar. Gelecekte yine bu iktidarın her şeyi düzelteceğine inanırlar vs. Ama bu bir yere kadar işlev görür. Daha önce yapıldığı gibi dış tehditler, Suriye’ye müdahaleler, pek çok şiddet oluşturma, kargaşa yaratma gibi şeyler de bir yere kadar işlev görür.
Artık iktidarın bütün bu kozlarının giderek tükendiğini düşünüyorum. Yani muhafazakâr grupların daha fazla muhafazakârlaşması için değil en azından oldukları gibi kalmalarını sağlamak için yaptığı her şey, bütün hegemonya araçları tükeniyor.
“İktidar giderek eriyen seçmenini bir arada tutmaya çalışıyor”
İktidarın ne yaptığına bakarak onun neye ihtiyacı olduğunu görebiliriz. Gerçekten dozunu giderek artırarak yaptıklarına baktığımızda şunu görüyorum: “Ben hala güçlüyüm, bir şey düzelecekse bunu ben yapabilirim” mesajı vermeye çalışıyor. Bu aşamada artık yapabileceği bir tek bu. O yüzden giderek eriyen, azalan seçmenini bir arada tutmaya çalışıyor. Ben daha ideolojik nedenlerle AKP’ye bağlı olan grupların çok büyük oranda olduğunu düşünmüyorum. Türkiye’nin politik tarihine baktığımızda bu 20 yılda oluşturulmuş bir şey olamaz. Bunun oranı bellidir. Her ne kadar gündelik hayatta muhafazakârlaşma görsek de, dinin bir yönetme aracı olarak hayatımıza giderek daha çok sokulduğunu görsek de, bu durum halkta yüzde 30-40’lık bir seçmen kitlesi yaratmış değil, olamaz. Böyle gözlemlemiyorum. O yüzden o sadık seçmen kitlesi dışındakilerin her zaman çözülme imkânı var. Bunu AKP de biliyor.
“Bir özgürlük arzusunun örgütlenmiş haliydi Gezi”
Diğer gruplarla “güç bende, kontrol bende, canımın istediğini yaparım” türünde bir iletişim kuruyor. Yani “ayağınız denk alın” iletişimi kuruyor. Bir arzu var bu coğrafyada. Bunu çok önemsiyorum. Gezi’nin de yıl dönümü. Gezi neydi? Gezi, bana göre, bir özgürlük arzusunun örgütlenmiş haliydi. İktidarların en çok korktuğu budur. Bunca zaman geçti ve Gezi gibi bir toplumsal olayın tekrar gerçekleşebileceğine dair aslında çok somut, objektif veriler yok ortada. Çünkü müthiş bir baskı ve sindirme politikası var. Ama Gezi diye bir şey yaşandı bu coğrafyada.
“Arzu bir tür geleceğe inanma, ‘siyasal irade bizde’ fikridir”
Arzu dediğim şey, bir tür geleceğe inanma, “Siyasal irade yurttaşlar olarak bizdedir” fikri, “biz değiştirebiliriz” ve “başka bir hayat mümkün” inancı. Bu inanç şu anda Türkiye’de çok farklı gruplarda ve muhafazakârların da büyük bir bölümünde var. Muhafazakâr gençler de bu konser yasaklarından, sosyal medya kontrollerinden, insanların kılık kıyafetine müdahale edilmesinden, kamusal alanın kontrol edilmesinden hoşnut değiller. Çünkü bir gelecek hayali olsun istiyorlar.
Hangi genç gelecekte hangi konserin yasaklanacağını bilmediği bir ülkede yaşamak ister ki? Çok farklı politik yerlerde duran, farklı gelecek tahayyülleri olan grupların giderek büyüyen bir değişim arzusu var. Bu şöyle bir arzu: “Ben böyle bir ülke istemiyorum, sizin getirdiğiniz noktadaki bir ülke istemiyorum.” Bunun çok farkında iktidar. Bütün korkusu da “bu arzu bir örgütleniverirse” diye. Gezi öyle bir şeydi. O yüzden çok büyük cezalar verildi. Nerede görülmüş Osman Kavala’nın ağırlaştırışmış müebbet alması, diğer arkadaşlarımızın 18’er yıl alması. Bence bütün bu yaptıkları özgürlük arzusunun örgütlenmesini engellemek amacı taşıyor. Kendi gruplarına da şu mesajı veriyorlar: “Güç bende, canımın istediğini yaparım.”
“Çok uzun süredir hiçbirimiz yurttaş değiliz”
Hep hukuksuzluktan bahsediyoruz ya, Nilgün Toker İrfan Aktan’la yaptığı söyleşide, “hepimiz yurttaş olmaktan çıkarıldık” demişti. Hakikaten öyle. Sırayla çıkarıldık; önce Kürt siyasetçiler, sonra biz çıkarıldık bir imza attık diye. Ben 30 yıl devlet memurluğu yapmış ve iyi de yapmış biriyim. Bu konuda alçak gönüllü değilim. İyi bir akademisyendim. Kendimi övmek için değil, şunu demek istiyorum. Ben iyi bir devlet memuruydum. Bana işime son verildiği bir beyaz kâğıtla bile bildirilmedi. İşime son verildiği, bir bilgisayar ekranından görebileceğim, herkese açık anonim bir şeyle bildirildi. Bir kâğıt almadım ben. “Siz şöyle bir şey yaptınız, artık sizinle çalışmak istemiyoruz” denmedi bana. Bu çok önemli. O beyaz kâğıt devleti devlet yapan şeydir. Bana o beyaz kâğıdı göndermeyerek beni yurttaşlıktan çıkardılar, ama aslında kendilerini de devletlikten çıkardılar. Yani yurttaş değiliz, çok uzun süredir hiçbirimiz yurttaş değiliz aslında. Biraz önce söz ettiğim arzu, yurttaşlığın geri alınmasına dair. Ben kendi adıma çok basit bir şey istiyorum, yurttaşlığımı geri almak istiyorum ve herkesin almasını istiyorum; Kürtlerin de, Alevilerin de, kadınların da, eşcinsellerin de, herkesin almasını istiyorum.
“Değiştirebilme irademizin olduğunu fark etmemiz gerekiyor”
(Yurttaşlığı geri almak) Siyasal iradelerimize güvenerek, siyasal iradelerimizi geri alarak, haklarımızın yeniden farkında olarak olacak. Çünkü bunlar unutturuldu. Benim ifade özgürlüğü diye bir hakkım var. Siyasal iradelerimizin farkına varmak, bu farkındalığı geri almak neden önemli? Eğer siyasal iradelerimizi geri alabilirsek kolektif ya da bireysel eyleme geçmeyi, bunun bir anlamı olabileceğini tekrar düşünmeye başlarız. Giderek bunu yaptıkça da alacağımız sonuçlarla bir gelecek tahayyülünü tekrar kurabiliriz. Yani değiştirebilme iradelerimizin var olduğunu fark etmemiz gerekiyor. Bunu çok fazla insan fark ediyor giderek.
“Altılı masa çok küçümseniyor, her çaba çok kıymetli”
Altılı masanın bazen çok küçümsendiğini, CHP’nin attığı bir takım adımların bazen çok küçümsendiğini düşünüyorum. Arzuyu hisseden, arzuya sahip olan ya da bir başka deyişle siyasal iradelerinin farkında olan çok farklı gruplardan insanlar var. Bunların başka başka dünya tahayyülleri, ideolojileri falan var. Bunların bir arada değiştirebileceği bir şeyden bahsediyoruz. Kimsenin tek başına, bir grup olarak bunu değiştirme gücü yok, ayrıca anlamlı da değil. Biz hep beraber yeniden bir toplum olma hayali kuruyorsak bunu hep beraber yapacağız, aynılaşarak da yapmayacağız. Bu çok otoriter bir şey.
Burada her çaba çok kıymetli. Ben çok kıymetli görüyorum “altılı masa”yı, söyleyeyim. Onun dışında HDP’nin, Kürt siyasetinin yaklaşımlarını da çok kıymetli görüyorum, sosyalistlerin çabalarını da. Kıymetli görmediğim şey, bütün bu çabaların birbirini anlamsızlaştırması, gayri meşrulaştırması ya da birbirinin içini boşaltması. Bunun hiçbir anlamı yok şu anda. Herkes kendisi gibi olarak bu arzunun örgütlemesinde çaba göstermeli bence.
“‘Zaten bir şey değişmeyecek’ sözünün karşısına ‘değiştirme arzumuz var’ı koyalım”
(Bu çabalar yurttaşlığı geri almak için) yeterli olmak zorunda. Başka bir aracımız yok ki. Buna güvenmek zorundayız. Demokratik siyasete güvenmek zorundayız. Bizim SADAT’ımız falan yok ki müdahale etsin, her şeyi değiştirsin. Demokratik sivil iradenin karşısına ne konuyor? “Kargaşa çıkacak, olay çıkaracaklar, şunu yapacaklar, seçimi yaptırmayacaklar, kaybetseler de gitmeyecekler…” Sürekli böyle bir şey var. Bu gerçek değil demiyorum, 7 Haziran-1 Kasım arasında neler olduğunu gördük. Ama şu var. Bütün bunlar siyasal iradelerimizin farkına varmayı, değiştirebilme gücümüzü algılayabilmeyi ve bunu hayata geçirmeyi engellemeye yarıyor. Bunlar konuşulmamalı demiyorum, elbette konuşulmalı, ama bunlar konuşulurken insanlarda şöyle bir duygu yaratılmamalı: “Ne yaparsak yapalım bunlar gitmeyecekler, o zaman bir şey yapmayayım, çünkü eğer bir şey yaparsam bir sürü bedel ödeyeceğim, ama ne anlamı var ki, zaten bir şey değişmeyecek.” Tam da istenen bu: Durumun meşrulaştırılması ve insanların kendi kolektif eylemlerine, eylemin sonucuna güvenmemeleri.
Şunu biliyoruz ki, insanlar değiştirme yönündeki davranışlarını ancak o davranışın sonucunda bir şeyin değişebileceğine inanıyorlarsa gerçekleştiriyorlar. Bu sosyal psikolojideki binlerce araştırmada gösterilmiştir. Eğer ben davranışımın sonucunda bir şeyin değişmeyeceğini düşünmüyorsam, davranmıyorum. “Ne yaparsanız yapın bir şey değişmeyecek” söyleminin karşısına neyi koyalım? “Evet, iktidar gitmemek için her şeyi yapacak, yapabilir, ama biz de onu göndermek için her şeyi yapabilecek güce sahibiz. Bizim müthiş bir sivil, demokratik gücümüz var. Bizim bu hayatı değiştirmeye yönelik derin bir arzumuz var ve hep beraber var.”
“Başka bir hegemonya kurmak zorundayız”
Bir lider, tek adam falan istemiyoruz biz, var zaten. Bu işi kolaylaştıracak kişinin mezhebi, boyu, posu, kaşı, gözü mühim olacaksa biz zaten değiştirme gücümüzü çok inşa edememişiz demektir. Bizim bunu yapmaya gücümüz var. Ceberut bir şeyin varlığını sürekli bize kanıtlamaya çalışıyor, biz onun karşısına başka bir güç, başka bir hegemonya kurmak, “bak, biz de varız” demek zorundayız. Başka çaremiz yok.
“Göçmen karşıtlığı iktidarın çok işine gelen bir şey”
Bence mülteci karşıtlığı ya da göçmen karşıtlığı da iktidarın çok işine gelen bir şey. Her ne kadar “mültecileri göndermeyeceğiz” falan deseler de öyle. Çünkü bu söylem tam da muhalefet güçlerini bölen bir şey. Ayrıca radikalleşme için çok kullanışlı bir hedef.
Kürtlere, başörtülülere yönelik ayrımcılık üzerine, Ermenilere ve LGBTİ+’lara dönük nefret söylemi üzerine, bütün gruplara dair çalıştım. Hepsinin arka planı, gayri meşrulaştırılma stratejileri aynıdır. En son Diyanet İşleri Başkanı’nın Ankara Barosu’nun açıklamasından sonra LGBTİ+’lara yönelik sosyal medyadaki söylemi üzerine çalışmıştım mesela. O da aynı. Nedir? “Bunları destekleyen dış güçler var, bunlar görünmeyen karanlık hedeflere sahipler, bunlar göründüğü kadar güçsüz değil çok güçlüler…” Ahlaki dışlama dediğimiz strateji çok kullanılıyor. Suriyeliler için başka bir şey, LGBTİ’ler için başka, Kürtler için başka, ama ahlaki dışlama stratejisi aynı. Şimdi Suriyeliler bunun son hedefi.
Biz sosyal psikolojide şunu biliyoruz. Bir grubu hedef haline getirmek, farklı toplumsal gruplarda farklı stratejilerle yapılabiliyor. Mesela yoksullar açısından baktığımızda, bizim sosyal psikolojide “gerçekçi tehdit” dediğimiz bir şeyi oluşturuyor Suriyeliler. Örneğin, buralı bir tarım işçisinin gündeliği 200 TL’yken, Suriyeliler 100 TL’ye çalışıyorlar. Bu bir “gerçek tehdit”. İnsanlar zaten aç, bir de onların ekmeklerini paylaşan yeni bir grup var.
Orta sınıflar içinse bu ahlaki dışlama, göçmenlerin yaşam tarzı vs. üzerinden örgütleniyor. “Bunlar dindar, şeriatçı, tacizci” falan deniyor. Seküler kesimler için ya da AKP karşıtları için nasıl bir strateji izleniyor? Burada da “AKP bu göçmenleri yurttaş yapıp oy verdirme ya da çıkarması olası çatışmalarda kullanmak üzere örgütlüyor” deniyor. Bir de böyle bir söylem var. Farklı gayri meşrulaştırma stratejileri var ve bunlar farklı toplumsal gruplara hitap ediyor. En son Ümit Özdağ’ın yaptığı girişimle olay başka bir yere vardı.
“Göçmen karşıtlığı toplumu radikalleştiriyor”
Ne yapmalıyız? Maalesef, “biz göçmenleri davul zurnayla göndereceğiz” deniyor. Sorarlar, nasıl gönderiyorsun? Ayrıca niye gönderiyorsun? “Göçmen karşıtlığı oy getirir gibi geliyor ama bu toplumda radikalleşmeyi de barındırıyor. O olasılık olarak düşünülen, iktidarın toplumsal kargaşa planının çok önemli bir aracısı olabilir göçmen karşıtlığı. Günah keçisi olarak göçmenleri kuruyor bu söylem.
“Muhalefet göçmen karşıtlığına hizmet ediyor, bu iktidara yarıyor”
Hani biz demokratik bir cepheydik, hani demokrasiyi, hukuku, anayasal bir düzeni yaşamak için bir araya geliyorduk. O zaman niye Suriyelileri, göçmenleri bunun dışında bırakıyorsunuz?
Denmesi gereken şudur: “İktidar bu konuda, ne entegrasyon ne göç politikaları, hiçbir şey yapmıyor. Biz yapacağız. Şunu şunu yapacağız. Her birinizin işini, ekmeğini ya da yaşam tarzını, kamusal alanını göçmenlerle bir arada yaşamaya uygun hale getireceğiz. Bunun tehdit edilmesine izin vermeyeceğiz, buna yönelik politikalar oluşturacağız. Mümkün olursa da tabii ki ülkelerine dönmek isteyenlerin işini kolaylaştıracağız.” Bunu söyle. Nasıl başka konularda iktidarın yapmadığını yapmaya talibiz, bunda da yapmadığını yapmaya talip olalım.
Yoksa “biz Suriyelileri davul zurnayla göndereceğiz” demekle ne yazık ki göçmen karşıtlığına hizmet ediliyor ve bu muhalefetin işine yarayacak bir şey değildir. Çok muhafazakâr, otoriter bir şeydir, son çözümlemede iktidarın işine yarar.
“Aynı gemide değiliz, ‘biz kaptanı değiştirmek istiyoruz’ deme zamanı”
(“Aynı gemideyiz” metaforu) Tabii ki değiliz. Ben kendimi hiç Tayyip Erdoğan’la aynı gemide hissetmiyorum ama bu ülkenin halkıyla, bu coğrafyayla aynı gemide hissediyorum. Ne gemi var ne deniz, bir zamanlar karışıktı, ama artık karışık değil. Bence artık Erdoğan “aynı gemideyiz” dediğinde şunu kastediyor: “Kaptan benim.” Artık kaptanın kim olduğu konusunda şüpheler büyüdü çünkü.
Kimse kendisini aynı gemide falan hissetmiyor. Sütün fiyatını bir hafta sonra markette kaça bulacağınızı bilmediğiniz zaman, kendinizi bilmem ne müteahhidi ya da patronuyla aynı gemide hissedemezsiniz. Bu söylem bu denli katı bir gerçekliğe rağmen işleyemez. O yüzden neye döndü olay, gemi var, aynı gemideyiz, ama kaptan benim. Hala kaptan benim. “Biz kaptanı değiştirmek istiyoruz beyefendi” deme zamanı bence, güçlü bir şekilde.