Onu kederli yapan şey aynı zamanda güçlü de kılmış ve bunun tersi de geçerli. Hayatı güzelleştiren şeylere dönmüş yüzünü, çirkinleştirenlere ise sitem etmeyi değil, mücadele etmeyi seçmiş. “Kim ne der” diye düşünmeden doğru bildiğini yapmış.
“Sitemkâr değil isyankârım ben” diyen Gülten Kaya ile, Ahmet Kaya’nın yarım kalan/bıraktırılan yaşam öyküsünden günahkârların yalanlarına, engellenen Kürt sokak müzisyenlerinden yüzleşmeye uzanan dopdolu bir sohbet gerçekleştirdik…
Söyleşi: Ayşegül Doğan
Metris Hayat Akademisi
Nerelisiniz? Çocukluk ve ilk gençlik yıllarınız nerede geçti?
Dersimli, Kürt-Alevi bir ailenin en küçük çocuğuyum. Erzincan Kemaliye’de, eski adıyla Eğin’de doğmuşum aslında. Sonra bir Alevi-Sünni çatışması olunca oradaki bütün Aleviler göç ediyor. Benim ailem de gitmek istiyor. O sırada Kemaliye kaymakamı aile dostumuz, sonradan Tunceli valisi oldu, “Gitmeyin” diyor ama annemle babam “Yok” diyor, “bizim halkımız gidiyor, burada kalamayız.” Elazığ’a göç ediyorlar. Ben ilkokula Elazığ’da başladım. Liseye kadar da oradaydım. Liseden sonra İstanbul girdi hayatıma. Yani sürekli göç var hayatımızda. Annemle babam Dersim’de evlenmişler, sonra gitmişler Kemaliye’ye. Zaten Munzur Dağı’nın bir tarafı Kemaliye, bir tarafı Ovacık… Abim Yusuf (Hayaloğlu) Haydarpaşa Lisesi’nde yatılı okuyor o sırada. Bir ablam hemşirelik okudu, öbür ablam iktisat okuyup müşavir oldu. Ben de ailenin son üyesi olarak İstanbul’a üniversite okuma niyetiyle geldim. Ankara Siyasal idealimdi ama üniversite yerine Metris’te okudum!
Neden tutuklandınız?
Cunta döneminde TCK’daki “örgüt üyeliği” tanımı, “çete üyeliği” şeklinde değiştirilmişti. Ben de bu maddeden tutuklandım. Bunu açarsak içinde ne görürüz peki? Daha iyi bir dünya ütopyasını. İşte 12 Eylül’ün hukuksuzluğu, bu maddelere dayanarak on binlerce insanı yok etti, sakat bıraktı, hasta etti, öldürdü, idam etti.
Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okuma idealim yarım kaldı ama Metris hakikaten büyük bir hayat akademisi oldu bizim için. Biz, o dönemin tutsak kadınları bazen kendi aramızda “Metris Askeri Akademisi’nden tanışıyoruz” diye konuşuyoruz. Gerçekten de öyleydi, orası çok büyük ve zorlu bir okuldu.
O dönemden hâlâ görüştüğünüz arkadaşlarınız var mı?
Çok ilginçtir, aynı koğuşta, aynı açlık grevinde birlikte olduğumuz, aynı copları yediğimiz bir arkadaşım belediye başkanı oldu, bir arkadaşım Harvard’da profesör, bir arkadaşım önemli bir konumda… Anlatabiliyor muyum? Onun için “askeri akademi” orası. İçinden sağlam çıkabilenler için tabii. Maalesef birçok arkadaşımızı da kaybettik. Yusuf abimin dizesindeki gibi: Ne çok arkadaş yitirdik / Bu tozlu yolculukta... Tabii ki hepimizde çok büyük izler bıraktı ama iyi durduk. Çünkü orası açık işkencehaneydi. 1980’de gözaltı süresi üç aydı. Yani tam doksan gün, siyasi şubede işkencecilerin elindesiniz. Hani şimdi Avrupa Birliği normları üzerinden üç günden sonra tekrar uzatma savcılık emriyle oluyor ya, düşünün, izne gerek olmadan tam üç ay! Sonra tutuklanma süreci. Selimiye’de askeri mahkemeler, idam edilenler, açlık grevlerinde, ölüm oruçlarında ölenler, sakat kalanlar ve geriye kalanlar. Yani koca bir kuşağa bunu yaptı kendi ülkesi.
Ahmet Kaya’yla cezaevinde mi tanıştınız? Bir programda anlatmıştı, “Gülten’e parmak işaretiyle seni seviyorum yazdım” diye…
Hayır, cezaevinden sonra tanıştık. Fakat Ahmet çok merak ederdi askeri cezaevlerini, hep sorardı bana, anlatırdım. Ona mors alfabesini öğretmiştim, cezaevindeki haberleşme yöntemimizi. 12 Eylül askeri hapishanelerinde kalmış olanlar bilirler, her türlü haberleşme yasak olduğu için, çeşitli yöntemler geliştirmiştik. Her siyasi örgütün kendince bir mors alfabesi vardı. İnanılması zor ama duvarlara tık-tıklayarak bayağı büyük teorik tartışmalar yapabiliyorduk. Harflerin birer rakamsal değeri vardı, bizim bildiğimiz. O rakamlar not alınıyor, sonra çözülüyordu. Artık o kadar iyi ezberlemiştik ki, duvarın bu tarafında beş, öbür tarafında da beş kadın tutsak, hepimiz karşılıklı konuşuyoruz ama kimsenin lafı kimseye karışmıyor. Birbirimizin ne dediğini hemen anlıyorduk. Bir de havalandırmaya çıkınca hiç temasımızın olmadığı arkadaki koğuşla işaretlerle anlaşıyorduk. Ahmet hemen öğrenmişti mors alfabesini, çok güzeldi elleri, parmakları uzundu enstrüman çaldığı için. Hemen çok güzel ve hızlı yazmaya başlamıştı.
“Ahmet’e kapıyı ben açtım”
Nasıl tanıştınız?
Ahmet’le müziğin mutfağında, stüdyoda tanıştık. Yirmili yaşların ortalarındayız. Ben cezaevindeyken sevgili Selda Bağcan’la 55-60 günlük bir koğuş arkadaşlığımız olmuştu. Onu da bir şarkısından dolayı tutuklayıp getirmişlerdi. İçerde çok yakın arkadaş olduk. Ben tahliye olduğumda ilk Selda ziyaret etti beni. Selda’nın abisi Sezer Bağcan ses kayıt stüdyosu kurmuştu. Selda 12 Eylül sonrası konser filan veremiyor, “Bari orada çalışalım, sen de gel” dedi. Bir yerden başlamam gerekiyor benim de. Okul yarım kalmış, hayat yarım kalmış.
İşte Ahmet oraya geldi, ilk albümü Ağlama Bebeğim’i o stüdyoda kaydetmiş. İkinci albüm sırada ama arada bir İzmir konseri var; Yeni Türkü, Ahmet, Selda, bir iki arkadaş daha var. Bir afiş fotoğrafı çektireceklermiş. Benim hiç haberim yok bunlardan. Ahmet Kaya’yı tanımıyorum. İlk albümü birileri dinletti, çok beğendim. Sabahattin Ali’nin şiiri var, “Geçmiyor Günler”, onun gibi şarkılar bana çok dokunuyor o aralar, hâlâ üzerimde dört yıl içerde kalmanın etkisi var. Dinleyince sordum kim olduğunu, “Ahmet Kaya” dediler. Selda’ya da sordum, “Ahmet Kaya diye birisi çıkmış, duydun mu? Ben şarkılarını dinledim…” Selda da kaydın o stüdyoda yapıldığını söyledi. Konu kapandı gitti benim için.
Onların geleceği gün stüdyoya gittim. Kapı çaldı, ben açtım. Tanımıyorum Ahmet’i. Kapıda bir genç adam, “Evet?” dedim. “Selda hanımla randevum var” dedi. Selda’nın odasına yönlendirdim. Sonra Selda, “Gelsene Gülten, bak seni tanıştıracağım birisi var” diye çağırdı. Bir de demesin mi, “Bak, o çok beğendiğin, bana sorduğun Ahmet Kaya var ya, işte o!” O kadar sinirlendim ki Selda’ya. “Bu nasıl bir tanıştırma?” dedim. İşte böyle tanıştık. Zaten ikinci albüm hazırlığı başladı sonra. O hazırlığın içinde ben de vardım, albümün kayıtlarını Değişim Stüdyo’da yaptık. Öyle başladı yani.
“Aynı yerlerde dolaşıyormuşuz”
Sizin daha önceleri müzikle ilişkiniz var mıydı?
Aslında benim hayatımda çocukluğumdan itibaren müzik hep vardı. Mesela Yusuf abim, çok iyi elektrogitar çalardı. Hemşire olan ablam ilk maaşıyla ona elektrogitar almıştı hediye olarak. Abim İngilizce şarkılar söylüyordu durmadan evde. İstanbul’dan geliyor, biz taşradayız. Saçları uzun, paçalar geniş… Annem “oğlum şu saçlarını kestir” diyor, babam soruyor, “nedir bu” diye. O bölgeye aykırı bir model… Anlayamıyoruz ama bir yandan da ailece, babam da dahil olmak üzere, hepimiz edebiyatseveriz. Babam da inanılmaz okurdu. Gözleri yorulduğunda da bize sesli okuturdu. Hepimizin hayatında kitap ve şiir hep oldu. Ben daha ortaokuldayken bir sürü şiir kitabı okumuştum. Abim de öyleydi, o ayrıca şiir de yazıyordu. Liseler arası şiir yarışmaları olurdu ve abim hep dereceye girerdi. Belki böyle bir aileden geldiğim için, Ahmet’in hem beste yapıp hem de şarkı sözlerini yazdığını görünce çok etkilenmiştim. Yani işte sanat bu, hazır almamak, üretmek... Bir de aynı şairleri sevdiğimizi fark etmiştim. O zamanlar Nâzım, Ahmed Arif, Hasan Hüseyin şiirlerini bestelemişti Ahmet. İlk albümde onlar vardı. Sonra ben onun hayatına Atilla İlhan’ı, Yusuf Hayaloğlu’nu soktum. O da sevdi benim sevdiğim şiirleri. Yani biz aslında hep aynı yerlerde dolaşıyormuşuz. Zaten aynı kültürün çocuklarıyız. O Kürt, ben Kürt Alevi’yim. Elazığ-Malatya sınır kentler. Onun annesinin kültürüyle benim annemin kültürü hiç farklı değil. Aynı şeylere gülüyoruz. Aynı yemekleri seviyoruz. Yani böyle birçok benzerlik vardı aramızda.
“Hani Benim Gençliğim”
Sonra ailenizle tanışması, evlilik… Nasıl oldu?
Biz çıkmaya başlayınca aileden ilk olarak abimle tanıştırdım onu. Abim bu tanışmanın hikâyesini birçok yerde anlattı. İlk olarak abimle tanıştırmamın bir nedeni, abimin hep bana takılması: “İnsanın bir sevgilisi olmaz mı? Bu solcuların sevgilisi olmuyor mu?” Yani bir yandan da böyle ufku açık bir insandı abim. Ben de “Al sana sevgili” diye Ahmet’i tanıştırdım. Bir diğer nedeni de önce o tanısın, annemle babamı hazırlasın ama onların da canına minnet aslına bakarsanız. Çünkü bu kız anarşik, evlenmez diye bakıyor ailem. Evin asi kızıyım, hayal bile etmiyorlar. Sevindiler tabii. Annemle Ahmet’in ilişkisi her zaman çok tatlıydı. Ahmet “sonuçta kızlar ya davulcuya ya zurnacıya, ben de çalgıcıyım, ne yapayım” derdi anneme.
Yusuf Hayaloğlu şiirleri Ahmet Kaya’nın müziğiyle nasıl buluştu?
Abimle Ahmet’in tanıştıkları anda frekansları tuttu. Şiirse şiir, edebiyatsa edebiyat, müzikse müzik. Yani bir sürü ortak konuları vardı. İlerleyen zamanlarda Ahmet’e, abimin de çok güzel şiirleri olduğunu söyledim. Ama abim onları hiç açığa çıkarmazdı. Hep kurşun kalemle kareli defterlere yazardı. Hayatı boyunca. O külliyatını da hep yanında, omzundaki çantada taşırdı. Ahmet de bir gün bir yolunu bulup onun zulasını açığa çıkarıyor ve orada ilk olarak “Hani benim gençliğim” şiirini buluyor, hemen besteliyor. Ahmet’in besteciliğinde öyle bir şey vardı, etkilendiği şiirle ilgili uzun bir melodik arayışı olmazdı, “O beni etkilediğinde melodi kendiliğinden geliyor zaten” derdi. Bestelediği ilk şarkı o olmuştu. Abim de duyduğunda çok şaşırdı, “Siz bunu nereden buldunuz?” dedi. Hırsızlık yaptık tabii (gülüyor) Böyle başladı ve sonra da o ortak üretim sürecine girdik.
Üç kişilik ekip
Biraz o ortak üretim sürecini anlatır mısınız?
Ben, Ahmet ve Yusuf abim. İki sanatçı üretiyor, ben de ortada körebe gibi, bir ona, bir buna bakıyorum. Şimdi bu üretimler büyük ekiplerin işi, o zamanlar öyle bir şey yoktu, biz her şeyi kendimiz yapardık.
Abim, aynı zamanda çok iyi ressamdı, çok iyi yontucuydu ve çok iyi grafik tasarımcıydı. Yılmaz Güney’in çıkardığı Güney dergisinin bütün teknik grafik düzenini, tasarımını abim yapardı. Dolayısıyla o zamanlar albümlerin, kartonet dediğimiz kaset kapaklarını birlikte tasarlıyoruz, abim de hayata geçiriyor. Fotoğrafı kendimiz seçiyoruz ya da abim çiziyor. Birçok albüm kapağında abimin çizdiği Ahmet Kaya portreleri vardır. Mesela Resitaller’in kapağı, Yorgun Demokrat’ın orijinal kapağı… Repertuvar oluşturulurken bir söz o müzikal kalıba uymuyor mesela, değiştiriyoruz. Her şey baştan aşağıya yeniden ayarlanıyor. Şimdi bütün bunlar prodüksiyon işi. O zamanlar hepsini biz hallediyorduk. Mesela kasetlerde dakika ayarlaması olurdu. A yüzü 45 dakika, B yüzü 45 dakika, toplam 90 dakikalık bir kaset olacak. Ama şarkıların süresi uymuyor. O zaman sıralama değişiyor. Gerekirse tekrar stüdyoya giriyoruz, yeniden mix yapılıyor, bazı şarkılar kesiliyor ki süreye uysun. İşte bunun gibi işler bana kalıyordu. Oturup saatlerce şarkı sıralaması yapardım, albümün adını koyardım. Klipleri de kendimiz yapıyorduk genellikle. Set bizimdi. Ahmet çekiyordu, montajı ben yapıyordum
Kostüm tasarımlarını da siz mi yapıyordunuz?
Menajerlik mekanizması, kostüm tasarım, hepsini ben yapıyordum. Kostüm tasarım gerekli de değildi gerçi, Ahmet eşofmanla da sahneye çıkıyordu. Beli lastikli, çiçekli pantolonlarla. Ben ne alırsam onu giyiyordu. Renk uyumuna, modele bakmaz, bir çorabı siyah bir çorabı beyaz bile olabilir. Öyle bir derdi yoktu.
Mesela bir gece kalkmış, saçını sıfıra vurmuş. O sırada da fotoğraf çekilecek albüm kapağı için; yapımcı deliriyor. “Bunu bilerek mi yaptın” diye sordu, “He” dedi Ahmet, “o nedir ya, artist miyiz biz?” Böyle bir adamdı işte.
Sokağa çıkarken de aynıydı, sahneye çıkarken de. Umurunda olmazdı. Dünyevi bir adam değildi ki Ahmet. Başka bir dünyası vardı onun, sanatıyla kurduğu.
“Boklu dereye de razıyım…”
Bir ara bir TV programı da yaptınız değil mi?
Evet. Ahmet Abi’nin Vapuru diye bir program yaptık. 13 bölüm. O üç kişilik ekip, bir TV programı için 13 hafta uğraştık. Tabii perişan olduk. Ben çok yoruldum. Melis daha küçük, okula gidiyor. Sabahlara kadar sokaklarda, çekimdeyiz; sonra akşama kadar stüdyoda, gece sabahlara kadar montajda... Çok yoruluyorduk ama kendi yerimize başka birini çalıştırmayı düşünmedik hiç. Bizden daha içeriden bakan bir göz olamaz diyorduk.
Şimdiki gibi basın sözcüsü de yoktu. Mesela bazı sol dergiler, “Denize nazır villasında viskisini yudumlarken…” gibi eleştiriler yapıyorlardı. Ben de oturup onlara cevap yazıyordum Ahmet adına. Bir gün Ahmet dedi ki, “Ya ne villası? Şuradan boklu bir dere aksa razıyım, suya bakmayı o kadar seviyorum, ama yok kardeşim.” Bir apartman dairesinde oturuyorduk ve hâlâ aynı apartman dairesinde oturuyoruz. Şimdi bakıyorum, herkes havuzlu villalarda oturuyor. Biz öyle bir şey yapamadık. Dayanışma konserlerinde para kazanamadığımız için. Çok yorucu günlerdi, ama çok da keyifliydi.
“Hepsi bizim çocuklarımız”
Bunca emek verdiğiniz albümler arasında önceliği olan var mı sizin için?
Bakın (arkasındaki panoya dizilmiş kaset kapaklarını gösteriyor), bunlar kelebekler gibi benim için. Çocuklarım gibi, bizim ortak çocuklarımız gibi. Aralarından hiçbiri diğerinden daha önde değil benim için. Hepsi çok kıymetli. Değişen ruh hallerime göre, uzun zamandır dinlemediğim bir şarkı birdenbire beni alıyor, allak bullak ediyor. Her bir albümün, her şarkının üretim aşamalarına dair hatıraları var, çağrışımları var, duygu yoğunlukları var. Bu anlamda şarkıları da ayırt edemem. İzleri olan şarkılar var tabii. Mesela yeni tanıştığımızda -ama daha o an ekipten olmuştum- bana ilk çaldığı şarkı vardır. “Bunu repertuvara alalım mı? Dinle bakalım” dediği. “Acılara Tutunmak” albümünde var öyle iki tane. Ama sahiden hepsi de çok özel benim için. Beni uykudan uyandırıp dinlettiği şarkılar var, benim yazıp ona, stüdyoya faksladığım, “burasını şöyle değiştir” dediğim, onun yazdığı veya abimin yazdığı şarkılar... Her birinde o kadar başka izler var ki, mümkün değil ayıramam.
Üç kişilik ekibin yoğun üretimiyle geçen o yıllarda unutamadığınız bir anı var mı?
Birçok anı var aslında, hepsi de unutulmaz. Mesela “Ah Ulan Rıza” diye bir şiiri vardır abimin. O şiirde ikisinin hayatından da izler vardır. Ahmet Gelibolu’da yapmıştı askerliğini, o Bornova’da. İkisi de Fenerbahçeliydi. Maç izlerken inanılmaz totemler yaparlardı. “Şöyle oturduk, bak onun için gol olmadı, yerimizi değiştirelim” gibi. Hayat dururdu evde. “Ah ulan Rıza” yazıldığında haftalık televizyon programı yapıyorduk. Her hafta abim şiir yazıyor, Ahmet stüdyoya girip okuyor, ben diğer işlere koşturuyorum ve şiir klipleri yapılıyor. O şiire de klip yapacağız. Abim yazıyor, Ahmet okuyor, besteliyor, ben de hepsini koordine ediyorum. Montaja giriyorum fakat montaja girmem yetmiyor. Stüdyodaki okumada Ahmet’in yanında olmam gerekiyor. Abim şiiri yazarken onun yanında olmam gerekiyor, bir şey soruyor, birlikte bakıyoruz. 7-8 dakikalık çekim yapacağız, montajlanacak. Artık yalvarıyordum abime, “ne olur kısa yaz” diye. Sabahın üçü, biz hâlâ oturuyoruz, içinden gelsin de yazsın diye bekliyoruz. İşi bitince abim yatmaya gidiyor, biz Ahmet’le kayıt için stüdyoya. Sonra çekim de bitiyor, herkes eve gidiyor. Ben bu kez montaja gidiyorum. Ertesi gün öğleden sonra eve gidiyorum. Geceliğimi giyip yatağa giriyorum. İki saat sonra Melis okuldan gelecek. Böyle bir tempo, o anlarda yaşadığım gerilimi hiç unutmuyorum fakat orada ortaya çıkan üretimi de hiç unutmuyorum. İnanılmaz şiirler çıktı o dönemde: “Demek şimdi gidiyorsun”, “Ah ulan Rıza” gibi. Yani gerilimli olduğu kadar zevkli, keyifli, inanılmaz neşeli zamanlardı. Hep eğlenerek ürettik. İkisi de çok zeki, mizah yönü güçlü insanlardı. Onun için yorgunluklar kolayca unutuluyordu.
Ve ödül gecesi
Her şeyi değiştiren o geceye gelelim. Magazin Gazetecileri Derneği Ödül töreninin üzerinden 22 yıl geçti. Öncesini, geceyi ve sonrasını anlatır mısınız?
Herkesin bildiği hikâyenin kodlarını vereyim: Ödül töreni, Kürtçe şarkı, Ahmet Kaya… Ahmet sonradan demişti ki, “Ben orada İngilizce söyleseydim, bu olacak mıydı?” Tabii ki hayır. Bu açık ve net, Kürtçe müziğe müdahaledir, Kürt kültürüne tahammülsüzlüktür.
Törene katılmaları için önceden söylenir ödülün kime verileceği. Bize de söylediler. Stüdyodaydık o sırada, albüm çalışması vardı. Söz konusu Kürtçe şarkı da stüdyoda yarımdı. Magazin Derneği yöneticileri Ahmet’in çok hoşlanmadığını bildikleri için bana rica ettiler. Ahmet stüdyoya girdiğinde başka hiçbir şey olmadan albüme odaklanmak isterdi. Ben de ısrar ettim gidelim diye. Israr dediğim de “Gidelim, alıp çıkalım” dedim. Ama tabii ben gitmeyelim desem belki gitmeyecektik. Orada ödülü alırken olağan bir repertuvar açıklaması yaptı: “Yeni bir albüm hazırlıyorum, içinde bir tane de Kürtçe şarkı var, ilk defa okuyacağım” dedi. O kelimenin yerine “İspanyolca fado okuyacağım” dese mesela, bunlar olmayacak.
Geceye gitmeden önce yapacağı açıklama hakkında konuşmuş muydunuz?
Hayır, öncesinde nasıl bir açıklama yapacağını konuşmadık. Kısa bir teşekkür konuşması yaptı. “İHD, Cumartesi Anneleri ve magazine emek veren gazeteciler adına alıyorum bu ödülü” dedi, sonra “Ve bir de…” diye devam etti, orada bir es vardır uzunca, “Ve bir de bir açıklamam var, yeni bir albüm yapıyorum, ilk defa Kürtçe şarkı söyleyeceğim” dedi. O kelimeyi telaffuz ettiği anda da kıyamet koptu.
Ahmet Kaya bir sanatçı. Onun teşekkür konuşması içinde yaptığı repertuvar açıklaması kimi ilgilendirir? Bir gazetenin başyazarını ilgilendirmez, magazin gazetecisini ilgilendirir ancak. Orada olan da onlar. Bu! Bütün söylemeye çalıştığı şey bu!
O sırada ben masadayım, Ahmet sahnede. Ulusal kanallardan biri de canlı yayında. Fakat canlı yayında, atmosfer sesleri duyulmuyor. Ahmet daha sahneden inmeden, “Yuh, cehenneme git!”, “Beyler, size laf söylediler”, “Kürt diye bir şey yok!” diye bağırmaya başlıyorlar. Ahmet onların bazılarını duymuyor bile. Sonra şarkısını söylüyor, masaya dönüyor. Masada durumu görünce dedi ki, “Ben binlerce yıldır bir arada yaşayan halkların kardeşliğinden söz ediyorum, işte devlet işte ben, isterlerse beni alıp götürsünler.” Zaten biz hemen kalkıp gittik oradan.
Masada otururken size de çatal geliyor ama soğukkanlı davranıyorsunuz, kılınız dahi kıpırdamıyor. Siz nasıl hissettiniz kendinizi orada?
Evet. Çatal bıçak atmalar başlayınca, biri de alnıma geldi. Ahmet onu görünce çok fena oldu. Gözüme gelebilirdi… Ama nereme geldiğinin önemi yok, çatalların havada olmasının önemi var. Orada işgüzarın biri kalkıp refleks olarak “Onuncu Yıl Marşı” okutuyor bütün salona, bestesi İspanyol Yahudilerine ait olduğu bilinen “Memleketim” şarkısını okuyorlar… Bütün bunlar bize cevaben yapılıyor. Çünkü biz orada, o cahil algıya göre ülkeyi böldük, onlar da marşla birleştiriyorlar. Biliyor musunuz, aslında orada bizim yaşadıklarımızdan ziyade Türkiye’nin hali çok acıklıydı, asıl acıklı olan oydu. Çünkü orada adına “sanatçı” denen bir grup yapıyor bunu. Onların olduğu bir yerde yaşanıyor bu cehalet…
“Ahmaklığın adı ahmaklıktır”
Sonradan, o gece yaşananları dönemin atmosferiyle açıklayanlar oldu…
Biliyorum. Televizyon ekranlarına çıktı bazıları, “O dönemin atmosferi” falan dediler. Bazen bazı kelimeleri yutmak zorunda hissediyorum ama ahmaklığın adı da ahmaklıktır. Sanat atmosfere göre mi şekillenir? Bu ahmaklıktır. Ben de bunun adını ahmaklık koymaya mecburum. Sanat hiçbir şeye göre şekillenmez. Sanat en özgür alandır. Kimsenin müdahale hakkı yoktur sanata, sanatçıya. Sanatın da sanatçının da bütün hikâyesi onunla buluşan kalplerdir, akıllardır. Alıcısıdır yani. Kimse kendini sanattan ya da sanatçıdan daha üstün görerek ahmaklık etmesin. İlle de atmosfere bağlayacaksak, tam da o atmosferden dolayı bir sanatçı yok sayılan anadilinde şarkı söylemek istiyor. Sanatçıya “niye öyle ürettin, niye o dilden ürettin, bu ritmi niye böyle yaptın, heykelin kafasını beğenmedim” diyemezsin. Beğenmezsen heykeli görmezsin, bu kadar. Türkiye’de sanata, sanatçıya dair algılar, kodlar o kadar tuhaf ki, dünyanın hiçbir yerinde yok. Burada zaten herkesin adı sanatçı! Nedir, nasıl bir alandır, hangi dokunulmazlıkları vardır, bizim üzerimizdeki iyileştirici, dönüştürücü etkisi nedir, nasıl kutsamalıyız onu? Bütün bunlardan çok uzak, tuhaf bir algı…
Bu linçe öncülük edenlerin yanında bir de tepkisiz kaldığı halde inkâr edenler oldu, “ben orada değildim, o sırada tuvalete gitmiştim” diyenler. Onlardan herhangi birinin şu geçen 22 yıl içerisinde kendileriyle bir yüzleşme yaşadıklarına inanıyor musunuz? Ben bunu çok merak ediyorum. Herkes bir inkâr, bir kaçış halinde. İnkâr ederken “bir aptallık ettik ama bizi görmezden gelin lütfen” demek istiyorlar aslında. Bir kişi dahi çıkıp, “Evet, ben oradaydım, tepkisiz kaldım, şimdi baktığımda şöyle düşünüyorum” demedi. Bazen diyorlar ki, “Niye bir-iki kişi günah keçisi oldu?” Ben kimseyi günah keçisi ilan etmedim. Hiç kimse benim ağzımdan bir isim duymamıştır bugüne kadar. Ahlaken yapmam bunu. Çünkü hedef göstermektir bu. Ama program canlı yayınlanmış. Her şey kabak gibi ortada. Görünüyor, canlı… O bakımdan kimse günah keçisi filan değil…
Böyle bir tepkiyi hiç beklemiyor muydunuz?
Hayır, beklediğimiz bir şey değildi bu. Çünkü bizim sanata yüklediğimiz anlam farklıydı. O gece bunun öyle olmadığını gördük. Aslında bir örtü indi aşağıya bence. Ardında kimler var? “Sanatçı” diye adlandırılanlar var, medya mensupları var. Bunların toplumun daha aydınlanmış bir kesimi olması beklenir, değil mi? Hayır. Tersine, en cahil kesim oldukları ortaya çıktı. Demek onlar yanı başlarındaki bir dilin, kültürün, halkın varlığından bihaber yaşayıp gidiyorlarmış. Merak dahi etmemişler. “Bir dil daha var bu topraklarda, bir yakın dil, komşu dil” dememişler; “derin bir kültür var, bundan yararlanmamışız” diye düşünmemişler hiç. Oysa bu sonuçlar çıkartılmalıydı o geceden, bizim beklentimiz o yöndeydi. Aynı coğrafyaya ait bir dilin geliştirici yanını görmek yerine bir sanat ürününü memleket sınırlarına bağlayıp, bölmek gibi abuk sabuk noktalara götürmek tam bir cehalet örneğidir. Uygar dünyada herkes yok olmaya, kaybolmaya yüz tutmuş dillerin peşine düşer; o ülkenin aydınları, entelektüelleri, sanatçıları, herkes... Var etmeye, yaşatmaya dönük çaba gösterirler ya da oradan nasıl beslenebiliriz diye bakarlar. Bizim algımız budur.
Bu yüzden ben hakikaten acıyorum bunlara. Ne olacak çatal orama burama gelse? Ben kim olduğumuzu, ne yaptığımızı biliyorum. Hayata hangi alandan müdahil olmaya çalışıyoruz, o alanın önemi nedir, toplumların geleceğini belirleyen dinamik nedir? Tüm bunları bilen biri olunca, “Ne kadar acıklı” diyorsunuz, “ne kadar zavallılar.”
“Medya bilgi vermiyor, zehirliyor”
Geceden sonra neler oldu?
Geceden sonra bu zavallılık devam etti. Ana akım medyanın büyük gazeteleri bunu dünyanın en önemli gündemi gibi sekiz sütuna manşet yaptılar. Sahiden zavallılık. Düşünebiliyor musunuz, şu kadar yıllık imparatorluk, bu kadar yıllık cumhuriyet deneyimi olan bir coğrafya ama halklar, kültürler, diller konusunda zehirlenmiş… Bugün hâlâ bunun sonuçlarını yaşıyor. Görsel, sanatsal ucubelikler, başörtüsünden mini şorta kadar müdahaleler… Bunlar 21’inci yüzyılın gündemi olabilecek şeyler olabilir mi? Zaten dış dünyaya da kapalıyız. Ana haber bültenlerinde doğru düzgün dünya haberi yok. “Mahallede kavga olmuş, doğalgaz patlamış” falan, ana haber bülteni bu. Haber dediğiniz şey, ülkenize ve dünyaya dair bilgilendiğiniz bir akıştır. Bizse koparılmışız dünyadan, demirperde ülkesi gibi neredeyse.
Sonrasında yaşadığımız linç de benim zehirlenme dediğim şeyin parçası. Bir taraf, öbür tarafın abisi ilan etmiş kendini; kültürünü, inancını, her şeyini üstün ilan etmiş. Dolayısıyla kendisinin dışında kalan herkesi yönetmekle yükümlü görmüş kendini. Büyük abi rolünde. O ülkenin en tepesinden en aşağılara medya eliyle taşınıyor bu anlayış. Bu ülkede bu halkın varlığından, kültüründen haberdar olunmamasının suçu enformasyon araçlarının, yani medyanındır da. Bu zehirlenmenin araçlarından birisi olmuştur ana akım medya. Halkı hiçbir şeyden haberdar etmemiştir. Mesela Gezi olayları sırasında polisin insafsız tavrıyla karşılaşan gençler diyorlardı ki, “burada, İstanbul’un göbeğinde, Taksim’de bize bunu yapan polis orada kim bilir neler yaptı?” “Orada” dedikleri, Kürt coğrafyası. Ne kadar hazin, değil mi? Orada neler olduğunu buradakilere kim duyuracak? Medya dediğiniz nedir? İşte budur.
“Père Lachaise’e giderek orayı kirletti”
Ertuğrul Özkök, medyada başlayan linçin başını çeken isim. Sonradan Pere Lachaise’i ziyaret ederek, helallik istediğini yazdı. “Vay şerefsiz” deyimini Ahmet Kaya’nın çok kullandığını, o manşeti buna gönderme yapmak için attığını söyledi. Dost olduklarını iddia etti. Birçok açıklama dolaştı ortada. Ne diyorsunuz?
O şahıs –adını anmak istemiyorum- Père Lachaise’e giderek bence orayı kirletti. Böyle düşündüğüm için gittim, tertemiz yıkadım, bunu açıkça söyledim de. Onun getirdiklerini attım, bembeyaz güller serdim. Ancak o zaman içim rahat etti. Bu kadar kirli birinin adını telaffuz bile etmek istemiyorum. Bu kirlilikten kendimi uzak tutmaya çalışıyorum ben. Bu kirliliğin parçası olmak istemiyorum. Ayrıca bu, kirliliğin ötesinde günahkârlıktır aynı zamanda, büyük bir günahkârlıktır. Statüsü, pozisyonu, gücü, elinde tuttuğu mecra vs. üzerinden bir hayata bu kadar pervasızca kıymak kadar büyük günahkârlık olamaz yani.
O kişi (E. Özkök’ü kastediyor) bir programda bizim dostumuz olduğunu söylüyor. Biz temiz insanlarız, hiç öyle kirli ilişkilerimiz olmadı. Bir de neymiş, Ahmet’in çok kullandığı kelimeyi başlığa taşımış. Yalan. Ahmet Kaya'nın en çok kullandığı kelime, “şerefsiz” değildi, “gözüm” derdi... Bu yalanlara, bu iğrençliklere sığınmamak lazım. Ülkenin en büyük gazetesi sekiz sütuna manşet, “Vay şerefsiz” yazmış. Bakın bakalım dünya medyasına; tabloid boy, ana akım, hepsine… Değil bir sanatçı, herhangi bir suçlu için bile böyle başlık atılmaz. Bunun örneği yok dünyada. Bu tam bir nefret suçudur.
Sizin için yaşanmaz hale geldi ülke…
Evet. Bu yüzden nefret suçu diyorum. Bize hayatı zehir eden nefret dolu sokağı bu günahkâr medya yönlendirdi. Halkları birbirine bu medya düşman etti. Çünkü oradaki haberi buraya vermedi veya yanlış, manipülatif bir dille verdi. Buradakini de oraya aynı dille verdi. Yani halkları birbirine kırdıran ve düşmanlaştıran bir medyadan söz ediyoruz, anmak istemediğim o isimle birlikte. O bu anlamda büyük bir günahkâr. Sadece Ahmet Kaya özelinde değil, daha birçok günahı var. Medya yoluyla linç ettirdiklerine Orhan Pamuk’u da ekleyebiliriz, Ahmet Altan'ı da, Hrant Dink'i de. Bu yüzden, bu yüz yıllık zihniyetin, zehrin taşıyıcısı olan günahkârları mutlaka görmek gerekiyor.
O geceden sonra bir gün Ahmet dedi ki, “Beni sokakta gören yaşasın Türkiye diye bağırıyor, ben sanki uzaydan geldim!” Cebinde TC kimliği, pasaportu taşıyan adama bunu diyorlar! Çok acayip bir şey. İşte böyle böyle sokağa çıkamaz hale getirildik. Posta kutularında biriken tehdit mektupları, tehdit telefonları, stüdyonun ve arabanın kurşunlanması… O sokaklarda bir gün önce Ahmet Kaya kasetleri çalınıyordu… Biliyorsunuz bu toplumun böyle hastalıklı bir tarafı var. Bence gerçekten hastayız.
“Gidiş o gidiş”
Sürece dönersek, o gece siz eve geldikten sonra neler oldu?
O gece eve döndük, sonrasında savcılık ifadesi için polis geldi birkaç defa. Zarar gören biziz ama ifade veren de biziz. Her şeyi boca ettiler gerekçe olarak; ezberlediğimiz şeyler işte, “terör propagandası, halkı kin ve düşmanlığa tahrik” vs. Ben Ahmet evden gitsin istedim birkaç gün. Ortalık biraz yatışsın, sonra ifade veririz. İkide bir geliyorlar, durmadan telefon ediyorlar geldi mi diye. Nihayetinde gittik savcılığa. İfade alındı ve tutuklandı. Oradan, arkamızda bir basın ordusuyla Metris Cezaevi’ne gittik. Ben tutuklama kararından sonra nereye götürüldüğünü bilmiyordum. Metris olduğunu öğrenince itiraz ettim, o yıllarda orada mafyaya mensup tipler kalıyor. Ümraniye Cezaevi'ne gönderdiler. Bir süre kaldı, sonra itirazımız kabul edildi, yurtdışına çıkış yasağı konarak serbest bırakıldı. Ama o sırada sözleşmesi yapılmış bir Avrupa turnesi vardı. Gitmezse bize bir tazminat doğuyor. Buna da itiraz ettik, yasak kaldırıldı. Ahmet turne için gitti, küçücük bir çantayla. Ahmet'i sadece biz uğurladık. Gidiş o gidiş. Dönemedi. Peş peşe öyle haberler üretildi, öyle şeyler yapıldı ki, dehşet içinde kalakaldık.
“Elimizde başka delil yok!”
Sadece bir “haber” üzerinden değil mi bütün suçlamalar?
Tabii. Başka hiçbir şey yok. Neymiş, 1993’te Berlin'de konser yapmış, orada Öcalan posteri asılıymış. Bir kere biz 1993’te Berlin'de konser yapmadık. 1994’te Alevi Esnaflar Birliği’nin konserine gittik, orada da öyle şeyler yok. Ama Hürriyet gazetesi bunu iddia ediyor ve bunun üzerinden bölücü, vatan haini diye yaygara yapıyor. Ama tuhaf olan şu; gazete 1993’te, yani uydurma habere konu olan yılda Altın Kelebek ödülü vermiş Ahmet Kaya'ya. Sen bu “bölücüye” neden ödül verdin o zaman? Neden 1999’a kadar bunca zaman “bölücülüğü” deşifre etmedin? Yani bu iftirayı ciddiye almak bile mümkün değil.
Mahkeme yazı yazıyor Hürriyet’e, bir tek fotoğraf delil olamaz diye elindeki bütün delilleri istiyor. Aylarca Ahmet orada bekliyor, ben burada mahkemelere taşınıyorum. Bir türlü “kanıt” gelmiyor gazeteden. En sonunda, aylar sonra bir yazı geliyor: “Elimizde başka bir şey bulunmamaktadır.” O fotoğraf da montaj tabii. Alevi Esnaflar Birliği de resmi bir yazı gönderiyor mahkemeye, “Konseri biz yaptık, biz bir esnaf örgütlenmesiyiz ve bu politik figürlerle ilgimiz yok” diye. Ciddiye almak mümkün mü şimdi bu davayı? Ama bu algı yaratılıyor. Bugün bakın sosyal medyaya, hâlâ bunlara inanan kimseleri görürsünüz.
“Benim küçük bir kayığım var”
Bütün bunlar yaşanırken kızlar kaç yaşındalar, okula gidip gelebildiler mi?
Bunlar yaşanırken Melis 12 yaşındaydı. Çiğdem 17’sinde. Bu gazete hemen her eve giriyordu. Melis’e okulda “senin baban bölücüymüş, şerefsizmiş” diyorlar. Bir çocuğa bunun yaşatılması günahtır. Günahkâr diyorum ya, bu çok kapsayıcı bir laf aslında. Bazı inançlarda arınmak için günah çıkartır insan, bazı inançlarda namaza durur, duasını eder, yakarır, bir şekilde arındığını hisseder. Ama bazı günahlardan arınamaz insan. Bu öyle bir günah. Çünkü sadece bir kişiyle ilgili değil, bu nefret suçu onunla beraber bütün çevresine; çocuklarına, ailesine, herkese karşı işlendi.
Aslında dönmek üzere gittiğini söylediniz. Dönmeme, yani sürgün kararı nasıl oldu?
Hiç beklemediği bir anda sürgünde buldu kendini Ahmet. Çok fiili bir durum oldu. O yalan haberden sonra bizim muktedir savcılarımız gazete manşetlerine dayanarak yeni davalar açtılar. Dava üstüne dava… Dedik ki, ortalık bir durulsun, ne yapacağımıza ondan sonra karar veririz. “Boğma zinciriyle mi ölmek istersin, silahla mı” diye tehditler, “genç subaylar” gibi imzalar… Yani can güvenliği yok. Mutlaka uzaklaşması lazım.
Paris tercihi neden?
Ahmet komün halinde yaşamayı seven bir insandı. Hem 24 saat yaşayan bir şehir olduğu için Paris’i İstanbul'a benzetirdi, hem de orada çok değerli dostlarımız vardı. Orada kalsın bir süre diye ev tuttuk. Yani fiili bir sürgün başlamış oldu. Fakat Ahmet her sabah “ben döneceğim” diye kalkıyor. Olmaz, çünkü ne gelecek başımıza, belli değil. Sonra giderek Ahmet’in dönüş yollarını da kapadılar. Ceza aldı. Dosya Yargıtay’dayken de Ahmet'i kaybettik. Yani dava belki de beraatla sonuçlanacaktı, bilmiyoruz.
Sürgünle beraber sizin için de hayat bambaşka bir hal aldı değil mi?
Bize çok zor şeyler yaşattılar. Çocuklar okula devam ettiği için bizim hayatımız bölündü. Yani biz bir yeri bölmedik ama onlar bizim hayatımızı böldüler. Çalışmalarımızın hepsi yarım kaldı. İlk defa yeni bir stüdyo kurmuştuk. Ahmet'in en büyük hayaliydi kendi stüdyosuna sahip olmak. Yeni stüdyonun ilk ürünü olacaktı o Kürtçe şarkı. Ahmet stüdyoya girip çıkar, bahçedeki köpeklerimizle oynar, kurduğu bu dünyanın içinde bazen aylarca sokağa çıkmazdı. Bunların hepsi birdenbire bitti.
Ahmet Paris’te, burada stüdyo halen açık, ofis açık, çalışan arkadaşlarımız var, çocuklar okula gidiyor, ben bir yandan tüm bunlarla ilgileniyorum, diğer yandan ayda iki kere Ahmet'e gidip geliyorum. Çok zorlu bir süreçti gerçekten de. Ahmet orada yalnızdı ki hiç gelemezdi yalnızlığa. Çok uzun telefon görüşmeleri yapıyorduk, gece yarılarına kadar. Televizyonda tartışma programı açardık karşılıklı, telefonlar elimizde, saatlerce aynı kanepede oturuyormuşuz gibi tartışır, analiz yapardık.
“Herkes benim gemileri yaktığımı zannediyor ama” diyordu, “benim kenarda bağlı küçük bir kayığım var. Bir gece onun iplerini sessizce çözer ve ülkeye doğru yol alırım.” Sürgün hiç Ahmet'e göre bir şey değildi. Çok özlüyordu burayı. “Telefonu tut da sokağın seslerini duyayım” diyordu bana. Çok gergindi, çok üzgündü, çok sıkıntılıydı. Sonra midesi ağrımaya başladı. Sürgündeki dostlarımız, mesela sevgili Mehmet Uzun demişti ki, “sürgün hastalığı bu ülser.” Erbane hediye etmişlerdi Ahmet'e, “evin içinde erbane çalıp ritim tutarak yürüdüm, geçiştirdim ağrıyı” diye anlatıyordu telefonda.
Ben sürekli yanında olmadığım için, mide ağrıları filan beni çok kaygılandırıyordu, istiyordum ki şöyle bir tepeden tırnağa baktıralım. O da hep “sen geldiğinde yapalım bunu” diyordu. Ben de Melis'in okul tatilini bekledim, bir hafta kalalım, rahatlıkla, her şeyi yaptırabilelim diye. Randevuları aldık, önceden yapılacak tetkiklerin ilaçlarını aldık. Ama olmadı. Kasım’da kaybettik Ahmet’i. Melis’le ikimiz yanındaydık o sırada.
“Önce yazmış, sonra yaşamışız”
“Ay Gidiyor” şarkısını hep Ahmet Kaya'nın gidişine yazılmış gibi hissettim ben. O süreçte mi yazdınız?
Değil, daha önce yazmıştım. Ama şimdi geri dönüp baktığımda, birçok şarkının sanki geleceği öngördüğünü fark ediyorum. Ay gidiyor / Günlerim yanıyor / Gün yüzünü dönüyor… Ben bunları yazarken hiç böyle bir durum yoktu. Mesela “Korkarım” da benim bu olaylardan önce yazdığım bir şarkı sözü. Sözlerine bakın: Beni tutacaklar / Beni yakacaklar / Bana kıyacaklar yâr / Vurulur mülteci kederim / Korkarım, dönmez yüreğim…
Ama bizim hayatımız bu işte. Ta 90’ların başında Ahmet'in yazdığı “Sürgün Acısı” var mesela, Dönecekler bir gün diyor şarkısında bütün sürgünler için. “Ağladıkça”yı da ben yazmıştım. 1994’tü. Hâlâ bugün “dağlarımız yeşerecek” diye bekliyoruz ama dağlar yakılıyor hâlâ. Yani birçok şarkıya baktığınızda yaşamadan yazılmış olduğunu görebilirsiniz. Sanatçının öngörüsü belki. Ya da bizim yaptığımız işin kaçınılmaz bedeli.
Paris, bütün üretim süreçlerini böldü hayatınızda ama çok kısa sürse de birlikte ürettiğiniz bir dönem oldu orada da, değil mi?
Evet, ama o sürece abim dahil olamadı ne yazık ki. O buradaydı, biz orada. Ben gidip gelerek yaşadım. Öncelikli meselemiz, Kürtçe şarkının olduğu albümü çıkartmaktı. Stüdyoda yarım kalmıştı. Bazı yönlerden memnun değildi Ahmet, yeniden girip okumak istiyordu. Buradaki tonmeister’ımızı Paris'e götürmek, orada stüdyo kurmak istedi. Şunu demek istiyorduk aslında; madem üzerinde bu kadar kıyamet koparıldı, görün bakalım bir yeri bölüyor mu bu şarkı? Vatana nasıl hainlik ediyoruz?
Ama tamamlanamadı değil mi?
Tamamlanamadı, yarım kaldı maalesef. Gerçi tamamlansaydı da o sıralarda hiçbir yerde çalınmazdı. Ülkede öyle bir cinnet hali vardı ki, Ahmet’in şarkıları hiçbir yerde çalınmıyor, sansürleniyordu. Düşünün, her zaman çağırdığım elektrik tamircisi eve gelmedi. “Vatan haininin evine gitmem ben” dedi herhalde. O duruma getirilmişti. Onun için, zaten bitseydi de çıkaramazdık. Kırıp dökeceklerdi.
Ben o şarkıyı Ahmet’ten sonra tamamladım. Herkese bir sözüm olsun istedim. Küçük bir tanıtım yaptım ve adını “Helalleşme Gecesi” koydum. Ahmet’le helalleşme. Dostlarımızı çağırdım, tabii medya da var. Ve “Karwan” şarkısına arşiv görüntüleriyle klip yaptım, gecede gösterildi. Türkçe altyazılı video klibi de albümün içine koydum. Medya yayınlamayacaktı, biliyordum, hiç değilse evlere bu yolla girsin dedim. O videoyu yapmayı çok istemişti Ahmet, ben yaptım. Ve görüyorsunuz işte, vatan hâlâ tek parça!
“Önemli olan ödül değil atılacak adımlar”
2013’te Ahmet Kaya’ya Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Ödülü verildi. Sizin bu ödülü kabul etmeniz çok tartışıldı…
Evet, bazıları çok eleştirdiler. Kültür Sanat Ödülü’nü kabul ettim, çünkü o sırada Ahmet'in diline, kültürüne dair bir hürmet, en azından o hürmete dair bir adım atılacağı umudu vardı. Kabul ettim ve şunu da söyledim: “Uzattığınız eli sıkmaya geldim Ahmet adına.”
Çözüm sürecinden söz ediyorsunuz…
Evet. O süreçte bir adım atılmıştı ama devamı gelmedi. Yoksa biz ödüllere meraklı değiliz. Ödül olsa ne olacak? Ahmet'i ne geri getirebilir? Bir de bundan “iade-i itibar” diye söz edenler oldu. Çok üzüldüm buna. Kimin itibarını kim iade edebilir? Hangi iktidar hangi sanatçının itibarını iade etme hakkına sahip olabilir? Böyle bir şey olamaz. Ben Ahmet Kaya şahsında Kürt halkına bir el uzatıldığını düşündüm ve bunu da söyledim. Beni heyecanlandıracak şey ödül değil, atılacak adımlardır.
Bu aralar Kılıçdaroğlu'nun “helalleşme” listesi gündemde. Listede Ahmet Kaya'yla helalleşme de var. Siz bu açıklamaya nasıl bir anlam yüklediniz ya da bir anlam yüklediniz mi?
Helalleşmeden neyi kastettiklerini çok açmadıkları için bir anlam yüklemedim ama yüklemek isterim. Yüklemek istediğim anlam şudur: “Bir daha hiçbir sanatçının kendi kimliğinden vurulmayacağı bir sistemi kuracağız ya da dönüştüreceğiz, ancak o zaman helalleşmeyi sağlayabiliriz.” Yoksa “hakkını helal et - helal olsun” olayı değildir bu. Ahmet Kaya'nın dilinin, kültürünün, aidiyetlerinin saygı görmesi, gereken yasal düzenlemelerin yapılması; helalleşme budur.
“Tarihe düşülen notu kaldırmam”
Herkes çok merak ediyor; Gülten Kaya'nın içinde olduğu bir Ahmet Kaya filmi projesi var mı?
İyi ki sordunuz. Bu vesileyle bir konuyu açıklamış olayım. Yakın dönemde Ahmet Kaya’yla ilgili bir film(!) çıktı ortaya. Bu ülkede, “kamuya mal olmuş” dedikleri insanların hayatlarına pervasızca dalıp, kendine “yönetmen” diyen bir takım kifayetsiz muhterisler, ortalığa düştüler “Ahmet Kaya filmi çekiyoruz” diye. Yanlış anlaşılmasın, ben Ahmet Kaya filmi yapılmasına karşı değilim. Ama böyle bir film bir kere yapılır ve iyi bir şey olmak zorundadır. İyi bir yönetmenin gözünden, Ahmet Kaya’nın doğru bir algıyla gelecek kuşaklara aktarılması gerekir. Benim için önemli olan bu.
Ama bir yerlerden “Ahmet Kaya” ismi üzerinden bütçe bulup, hoyratça, bir hayatı üretiminden kopartarak bir ayda anlatma tüccarlığı bana berbat geliyor. Buna prim verilmemesini istiyorum. Bu kişilerle asla bir araya gelmiş değiliz. Ne Ahmet Kaya'yla karşılaşmışlardır ne benimle. Hayatımıza dair bir fikirleri yoktur. Ama hoyratça hayatımızın içine girip film yapmaya cüret ediyorlar. Bir de bu ülkenin Kültür Bakanlığı buna yol veriyor. Buna tahammül edemiyorum. Bu kadar ucuzlatılmamalı her şey. Ben de bu ucuzluğa asla izin vermem.
Ahmet Kaya Père Lachaise’de yatıyor. Türkiye’ye getirilmesi önerildi birçok kez. Buraya getirmeyi hiç düşünmediniz mi?
Ben yaşadığım sürece buna izin vermeyeceğim. Çünkü bu ülkenin alnına yapışan bazı stickerlar var. Kimin iktidar döneminde olduğuyla ilgilenmiyorum, genel olarak ülkenin diyorum. O stickerları söküp atmak tarihe müdahale etmek anlamı taşır benim için. O bakımdan benim haddim değil tarihe müdahale etmek. Bu olay yaşandı mı? Yaşandı. Père Lachaise’den her yıl on milyonlarca insan geçiyor, durup bakıyorlar: “Orada kim var, niye bu kadar taze çiçekler? Buradaki yontulmuş enstrüman kabartmaları, figürler ne demek?” Ve internete baktıklarında görüyorlar, kimmiş bu adam, ne olmuş… Bunlar tarihe düşülen notlardır. Bu notları silmek de kimsenin haddi olmamalı.
Bu adam bir sanatçıydı, besteci ve yorumcuydu, şarkı söylüyordu, üretiyordu. Kendi anadilinde şarkı söylemek istedi, siz de bu adama bunları yaptınız. Sürgüne gitti ve sizin yalanlarınız, linçiniz yüzünden kalbi bu acıya yenik düştü. Şimdi bu not düşüldüyse, 50 yıl sonra buraya getirsek ne olacak? “Böyle bir şey olmadı” mı diyeceğiz? Ayrıca sanatçının toprağı dünyanın her yeridir. Dolayısıyla ben tarihe düşülen bu notu değiştiremem, asla değiştirmek de istemiyorum.
“Demokrasi Müzesi yapılsın”
Bir de her şey aynıyken, hatta bazı yorumlara göre daha da kötüyken…
Evet, her şey aynı. Ahmet demişti ki, “Ben tam bağımsız ve demokratik bir ülkenin dürüst bir yurttaşı olarak yaşamak istiyorum.” Çok açık ve güzel bir tanım. Peki böyle tanımlayabilir miyiz şu anda içinden geçtiğimiz zaman tünelini veya bastığımız toprağı? Ben böyle tanımlayamıyorum doğrusu. Bu kadar düşünce insanı, siyasetçi, aydın, gazeteci hapishanelerde. Bu değil ki Ahmet'in özlediği ülke. Hangi ülkeye götüreceğim onu?
Ayrıca bir sanatçıyı yaşatmak, ona saygı duymak onun mezarının nerede olduğuyla ilgili değildir. Bir sanatçının kalıcı hale getirilmesi için yapılabilecek o kadar çok şey var ki. Ahmet Kaya'nın evinin olduğu sokak, Ahmet Kaya Sokağı değil mesela. Mesela bir Demokrasi Müzesi yapılsa ve sürgünde hayatını kaybeden bütün sanatçılar orada anılsa… Ama yok böyle bir şey. Fransa'ya çok gidip geldiğim için söylemek zorundayım; her sene belediyeler bazı apartmanların önüne bir buket çiçek bırakırlar. Bu nedir biliyor musunuz? Nazilerin alıp götürdükleri ve öldürdükleri Yahudilerin oturduğu evlerdir onlar. Onlara bir saygı duruşu olarak çiçek koyarlar. Bütün sokaklarda, caddelerde sanatçıların isimleri vardır. Kültürün taşınması böyle bir şeydir. Bütün bunların yapılmayıp mezarın getirilmesini istemek, “Mezarı getir de kıralım” demek gibi bir şeydir. Nitekim 16 Kasım 2021’deki anmadan iki gün önce Ahmet’in mezarındaki rölyefi kırmışlar, üzerine de “Türkiye” yazmışlar. Nasıl bir cahillik… Rölyefin üzerinde Türkçe şarkı sözleri vardı, “Sürgün” şarkısının sözleri ve bu coğrafyadan motifler: Mezopotamya, Galata Kulesi, Mardin evleri, Kütahya'nın gözyaşı damlalığı, bir yazma motifi. Müzikal olarak hem bağlama ile erbane hem de piyano. Yani onun bu coğrafyadan alıp evrensele taşıdıkları. Bu topyekûn Türkiye demek zaten.
Ne Türkiye'ymiş arkadaş! Ne gurur yani! Kırdılar, döktüler! Paris Büyükşehir Belediye Başkanı Madam Anne Hidalgo çiçek yolladı; bizim büyükelçiliğimiz, dışişlerimiz, kültür bakanlığımız, bir “geçmiş olsun” bile demedi. Senin yurdun, vatanın neresi o zaman? Hangi toprağın koynuna gireceksin? Hani o sıcak koyun? Öyle bir şey yok. Vatan toprağı ise, bu adamı siz gönderdiniz vatan toprağından. Ha şimdi artık size zarar veremez, o yüzden getirebilirim, öyle mi? Asla. Tarihe bu not böyle düşülmüşse böyle kalacaktır.
“Hafızamızda aklanmayacak o günahkâr”
Ahmet Güneştekin’in Diyarbakır’da açtığı Hafıza Odası sergisine de katıldı Ertuğrul Özkök. Siz de instagramdan Ahmet Kaya ile ilgili bazı manşetleri hatırlatan bir paylaşımda bulunarak “Hafıza silinmez” dediniz. Neden böyle bir paylaşım?
Sergi beni hiç ilgilendirmez ama hafıza olarak sunulan şeyin içerisinde benim hafızama dokunan şeyler var. Oraya giden kişi bizim hafızamızda aklanmamış, asla da aklanmayacak bir günahkârdır ve sen adına “hafıza” dediğin sergiye “Kürt diye bir şey yok”u bu topluma ezberleten adamlardan birini götürüyorsun. Bu, onun üzerindeki günahı, kiri yıkaman anlamına geliyor. Bunun gibi adamlar iki halkı birbirine düşman haline getirdiler. Bu adamlar bize bunu yapmış, Hrant’a onu yapmış, bir diğerine başka bir şey. Yani elinde tuttuğu güçle herkesi alaşağı etmiş. Kimse de bugüne kadar maskesini indirmemiş aşağıya.
Oysa orada denmeli ki, “Önünde fotoğraf çektirdiğiniz bu tabutlar, eceliyle ölenler değil, faili meçhuller. Türkiye'nin bunlardan haberinin olmamasının müsebbibi işte bu adamdır. Çünkü en büyük gazeteyi bu adam yönetti senelerce. Bu haberleri size ulaştırmadı. Siz de bu tabutların ne anlama geldiğini bilmediğiniz için gelip burada Hermes çantalarınızla fotoğraf çektiriyorsunuz. Sizin cehaletinizin sorumlusu bu adamdır.”
Benim Ahmet Güneştekin'le meselem budur. Yani, sen Kürt bir sanatçısın, bu yakın dost olduğun adam da Kürt bir sanatçının canına mal oldu neredeyse. Onun sanatıyla hiçbir ilgim, alakam yok. Kaldı ki ben onun gençliğinde ilk sergilerine burada AKM'de gitmiş insanım. “Aman destek olalım yalnız kalmasın” diye. İstanbul Modern’deki sergisine de gittim. Gittim yani sergilerine. Benim olayım tamamen başka. Onlar da bunu bildikleri halde, böyle algılatmıyorlar insanlara.
“İngilizce söyleseler sorun çıkmaz”
Bir süre önce Fizy Ödüllerinde kısacık bir konuşma yapmış ve sanki bugünleri öngörür gibi “sanatı sokak ve hayat taşır” demiştiniz. Bugün sokakta Kürtçe müziğe dönük açık bir engelleme var. Bununla ilgili haberleri gördüğünüzde bunca yıl sonra ne hissettiniz? Esnaf rahatsız, gürültü oluyor gibi gerekçeler öne sürüldü. Ne dersiniz?
Bir kere müzik gürültü değildir. İkincisi, sokakta her tür müzik yapılıyor, yapılacaktır da. İstiklal Caddesi trafiğe kapalı bir alan bir kere. Sokak müzisyenleri genellikle böyle noktalarda müzik yaparlar zaten. Geçin bunları.
Asıl mesele zihniyet meselesi. Kırılmayan kırdırılmayan, tersine beslenen ve geliştirilen bir zihniyet meselesi. Afrika’dan Ortadoğu’ya kadarki bir skalada birçok sokak müzisyenine rastlıyorum. Bugüne kadar bu kentte yaşayan birisi olarak bunların hiçbirine müdahale edildiğini görmedim. Ne metrolarda ne de başka bir yerde böyle bir şeye tanık olmadım. İngilizce falan, her dilden okuyorlar.
Bunun Kürtçe olmasıyla bir ilgisi var mı?
Çok altını çizerek, çok büyük bir rahatlıkla ve çok inanarak söylüyorum. Bunun Kürtçe müzik olmasıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Şimdi bu bana yıllar evveli hatırlatıyor. Sahnedeyken mikrofonların, sistemin kapatılması, hiçbir şey yapılamazsa elektriklerin kesilmesi filan gibi dolaylı, fiili müdahaleler. Bunlar hep oldu bu ülkede. 2022 Türkiye’sinde hâlâ bu oluyor. Söylenen aşk şarkıları falan gibi açıklamalara da katılmıyorum. Kime ne? Ne şarkısıysa şarkısı. Velev ki aşk şarkısı değil. Onun için bunların hiçbiri kabul edilebilir gerekçeler değil. Hepsi manipülatif geliyor bana bu yaklaşımların.
Bu bir ayıp, ayrıca cehalet. Bizim kültürümüzde “saz başladığında söz susar” derler. Böyle bir saygı da yok. Gerçekten şunu isterim; birileri çıkıp desin ki, “Kardeşim, bu Kürtçe müzik olduğu için başınıza bu geliyor.” Açıkça söylesinler, biz bunun böyle olduğunu biliyoruz. Onlar yasaklasa da sokakla hayat sanatı yine taşır. Dilin önüne geçemezler. Dil yaşayan, kendi kendini taşıyan bir şeydir.
“Bu yük bize kalmaz”
Sezen Aksu hakkında da, bir şarkısında “dini alenen aşağıladığı ve manevi değerlere hakaret ettiği” için dava açılması istendi, sosyal medyada linç kampanyası başlatıldı. En sonunda Cumhurbaşkanı camiden linçi onaylar bir açıklama yaptı ama daha sonra “muhatabım Sezen Aksu değildi” dedi. Siz de söz yazarısınız, bunları izlerken ne hissettiniz?
1990’da Can Yücel'in bir şiirini bestelemişti Ahmet. “Sidikli kontes” diye bir tanım var orada, sansüre takılmıştı. Neden? “Sidikli denmez.” Sansür Kurulu’ndan geçmeyince koskoca şair, eski kültür bakanının oğlu, delirdi, köpürdü… Şunu yapmak zorunda kaldı; hissederek, arka planını sadece kendisinin bildiği, ürettiği bir şiirin dizesini değiştirdi, “Pasaklı kontes” yaptı. Geçti denetimden. Bunlar gerçekten trajik şeyler. Onun için, en özgür olması gereken sanat bile özgür değilken, hayatın diğer alanları nasıl özgür olabilir bu ülkede?
Sezen Aksu’yu savunurken “2017 şarkısı zaten” denmesi de doğru değil. 2022 şarkısı da olabilir, bundan kime ne? Hayatında şiir okumamış, şarkı sözü yazmamış, edebiyat bilmeyen birilerinin kalkıp sanatçıyı yargılaması çok tuhaf… Sonra bir sanatçının evinin önüne kadar giden bir erkek güruhu bayrak kaldırıp parmak sallıyor… Çok ürkütücü bu. Bize de yapıldı çünkü. Sonuçlarını hiç kimsenin taşıyamayacağı bir şey olamaz yani. Hakeza ona dair kullanılan o pervasız cümleler filan. Her bakımdan, herkesi kapsayarak söylüyorum.
Dolayısıyla herkesin şunu bilmesi gerekiyor. Bunlar Türkiye'nin alnına yapıştırılan stickerlar olarak geleceğe kalırlar. 50 yıl sonra birileri dönüp yakın tarihi okuduğunda, “adam ana dilinde şarkı söylemek istemiş, bunu yapmışlar”; “bir kadın sanatçımız şöyle bir şarkı sözü yazmış, bunu yapmışlar”, bunları görecek. Bunlar gurur tablosu değil, utanç stickerları olarak geleceğe kalacak. Bunları yaşayan insanların üzerine bıraktıkları yük ağırdır. Sezen Aksu için, Ahmet Kaya için ve diğer birçok sanatçı için. Bu utancın içinden geçen için çok ağırdır ama şunu bilmek de çok rahatlatıcı: Bu yük bu ülkeye kalır, bize kalmaz, biz hepimiz ölümlüyüz ama sanat kalıcıdır.
“Ahmet hizaya girmezdi”
Yaşasaydı, bugün Ahmet Kaya nerede dururdu sizce?
Nerede dururdu? İşte burada, yanımda, ben neredeysem orada. Ben hayatın içinde nerede duruyorsam Ahmet de orada dururdu, abim de. Yine bütün haksızlıkların karşısında, yine sınıfsal olarak ezilenlerin tarafında, yine gadre uğrayanların, ötekileştirilenlerin tarafında, yine kendi halkının tarafında ve bütün halkların tarafında.
Ahmet sıraya sokulmayacak, hizaya girmeyecek bir adamdı. Dolayısıyla hiç kimse ona “şunu yap” gibi bir şey söyleyemezdi. Asla böyle bir şeyin içinde olmazdı. Onun politik tarafı, kendi üretimi ve kendi kişisel duruşu üzerinden inandığı şeylerdi. Zaten insan dediğiniz yapı, bir gömlek gibi çıkartamaz kişiliğini üzerinden, kıyafet değiştirir gibi taraf değiştiremez.
“Sitem değil isyan”
Yaşadığınız çok zor şeylerdi, sürgün sürecinde çok yalnız bırakıldınız. Bir röportajınızda söylüyorsunuz aslında, “acı tek kişilik bir şey” diye. Bunca şeyden sonra sitemkâr mısınız, kırgın mısınız? Nasıl ifade edersiniz?
Sitemkâr değilim. Kime sitem edeceğim? Sistemi çözmüşüm. Neyin nereden kaynaklandığını biliyorum ve üzülüyorum. Sitem başka bir şey. Ben aslında hep isyankârım. Sokaktaki çoğu şey beni isyan ettiriyor. Dert ortaklarım da taksi şoförleri, esnaf, sokaktaki insan. Çünkü aynı şeylerden mustaribiz. Üzülüyorum evet, ama üzüldüğüm şeyi değiştirmeye çalışıyorum, tabii kendi hacmim kadar. Çünkü bunu değiştiremezsek, hayatın çok gerisine düşeceğiz, biliyorum. Zaten düştük de, çok gerisindeyiz çağın, ama daha da gerisine düşeceğiz. Diyalektiğe ters bir hayat var adeta burada. Gelişmenin sonsuzluğuna inanırım ben ama tuhaf bir şekilde gerilemenin sonsuzluğu gibi bir şey var bu coğrafyada. Özellikle yeni yetişen kuşaklara üzülüyorum.
Melis neden yurt dışında yaşamayı tercih etti? Kırgın mı?
Kızlarım bu ülkenin ciddi olarak kırdığı, üzdüğü çocuklar oldular. Bu ülke incitti onları. Melis eğitim için gitti yurt dışına ve orada bir hayat kurdu. Sebebi sadece kendi kırgınlığı değil; burada giderek hoyratlaşan gündelik hayat, kabalık, saygısızlık, ırkçılık, çiğnenen insan hakları, o kadar çok şey var ki… Farkındalığı olan insanları etkileyen, sarsan her şey Melis’i de etkileyip sarsıyor. Gerçekten sokağa tam bir hoyratlığın egemen olduğu; sanatçıya, siyasetçiye, gazeteciye linç örgütledikleri bir ülkede çok büyük bir direnme gücünüzün olması lazım ruh sağlığınızı koruyabilmeniz için. Bu çocukların zihni niye yorulsun? Zaten cumhurbaşkanı da “giderseniz gidin” diyor. Gidiyor onlar da.
Ahmet’le Melis üniversiteye başladığında Latin Amerika’ya gitme hayalimiz vardı. Yapamadık. Yapamayacağız. Ben de gidemem artık. Benim yolum en fazla Paris'e kadar. Gidemem artık.
“Mikrofonum yok ki”
Paris'teyken bir şişe viski almıştı Ahmet, “Bunu Melis’in mezuniyetinde içeceğiz” demişti. Ben onu alıp Türkiye'ye getirdim, sonra yine götürdüm, Melis’in mezuniyetinde Ahmet'in başucunda içeriz diye. O da olmadı. Bir türlü yapamadık. Bir gece Melis'in dişi çok ağrımış. Evde alkol aramış, o viskiyi bulmuş, pamuğu batırıp dişine bastırmış. Azalmış diş ağrısı. Sonra bana dedi ki, “Babamın viskisiyle kesildi diş ağrım.” O viski hâlâ duruyor orada, biz ona hiç dokunamadık.
Yaşadıklarınızı yazmayı hiç denediniz mi?
Denemedim. Ama yazmak, kendi notlarımı almak istiyorum. Çünkü o tanıklıklar bir kenarda durmalı. Ama geriye tekrar dönmek de kolumu kanadımı kırıyor açıkçası. Yazmak için motive olamıyorum.
Peki şarkı sözü yazdınız mı hiç Ahmet Kaya’dan sonra?
Hiç yazmadım. Yazacağım kimse yok artık, yani mikrofonum yok. Ona yazıp kenardan izlemek farklıydı, onun başka bir ruhu, bir heyecanı vardı.
“Biz ozanız, siz misafirsiniz”
Dolaylı bir cinayet bu ama faili bir sistem. Kişiler de var ama onlar da sistemin ürünü. Yani cinayet davasındaki gibi bir adalet beklentisi de mümkün değil. Adalet ihtiyacınızı neye yönelttiniz? Yaşadığınız acıyı nasıl sağalttınız?
Bu dünyada farklı adalet biçimleri var insanların inandığı. Bir tanesi Tanrı'nın adaleti, ilahi adalet dedikleri. Bir tanesi hukukun adaleti, insan eliyle yazılmış olan adalet. Öteki vicdan. Ve bir de hayatın adaleti var, doğadaki gibi. Doğada haklı-haksız, iyi-kötü gibi ayrımlar yoktur. Doğa kendini yok eder, var olur, tekrar yok eder, tekrar var olur. Hayatın adaleti de doğadaki gibidir, kendi içinde kendi adaletini kurar ve kendini yeniler. Dolayısıyla ben hayatın adaletine çok inanırım. Maalesef bizimki gibi coğrafyalarda hukuktan söz edemeyeceğimiz için hukukun adaleti güç vermiyor bana. Peki biz neye dayanarak daha iyi hissediyoruz kendimizi? Tamamen haklılığımıza dayanarak ve hayatın adaletine, geleceğe inanarak. Bizim kaybettiğimiz ciğerimiz kimdi? O sanatçıydı. Bakıyorum, küçücük çocuklar benim sözlerini ezbere bilmediğim Ahmet Kaya şarkılarını ezbere okuyorlar. Bunun önüne kim geçebilir? Pir Sultan Abdal kaç yüz yıllık ozan? Onu bugüne taşıyan medya mı? Hayır. Kendi üretimi. Aynı şey yakın dönem ozanları için de geçerli, Âşık Veysel’den Âşık Mahzuni’ye kadar.
Sonuç yerine Mahzuni’nin çok sevdiğim bir hikâyesini anlatayım. Bir yere misafirliğe gidiyor. Çay önce ona ikram ediliyor, o da diyor ki, “lütfen siz buyurun”. “Olur mu hiç, siz misafirsiniz” diyorlar. “Hayır” diyor Mahzuni, “biz ozanız, siz misafirsiniz.” Ozanlar kalır, misafirliği bitip gidecek olanlar bizleriz.