GENÇAY
GÜRSOY

Hukukun Bu Kadar Çiğnendiği
Başka Bir Dönem Görmedim

29 NİSAN 2022

Her dönemde iktidarın hükmetmek istediği ve bunu yapamadığında cezalandırdığı meslek örgütlerinin başında geliyor Türk Tabipleri Birliği. Dört yıl İstanbul Tabip Odası başkanlığı, dört yıl da Türk Tabipler Birliği başkanlığı yapan ve Barış Akademisyenleri davasında cezası sırf bu nedenle ağırlaştırılan Gençay Gürsoy da hedefteki hekimlerden oldu her zaman.

Türkiye’nin yakın dönem tarihine damga vuran “ümmet ya da millet” karşıtlığının vücut bulduğu bir ailede büyüyen Gürsoy, bilimin yolunu seçmekle kalmadı, halktan, ezilenden yana bir bilim insanı oldu. Bunun bedelini de her dönem ödedi. 12 Eylül’de Aydınlar Dilekçesi Davası’ndan yargılandı, bugünse onun da dahil olduğu Barış Akademisyenleri Davası devam ediyor...

Gençay Gürsoy’la, Türkiye’nin siyasi tarihini ve onunla paralel yürüyen kişisel ve mesleki yaşamını konuştuk.

Söyleşi: Ayşegül Doğan

“İki ideolojinin çatışma alanıydı çocukluğum”

Öncelikle sizi tanıyalım. Erzurum Oltu doğumlusunuz, çocukluğunuzun bir bölümü orada geçti. Ne zamana kadar orada kaldınız?

Dedem Fatih Medreselerinden yetişme bir cami imamı, toplum tarafından genel olarak sevilen, desteklenen bir dinî lider niteliğinde. Hâlâ gözümün önünde, siyah pelerin ve yakasız gömlek giyerdi, bir de siyah yelek ve şalvar. Ayaklarında dışı lastik, içi ince deriden yapılmış “mes” taşırdı. Ayaklarını sürüyerek yürürdü. Sokağa çıktığı zaman dedemin önünde herkes eğilirdi. Dinsel bir toplum lideri gibi. Fakat babam gibi, kendi inancı bakımından “hayırsız” bir evladı var. Babam adı komüniste çıkmış, Cumhuriyet'in ilk kuşak öğretmenlerinden. Aile daha önce Rus bölgesinde yaşadığı için eğitim imkânı pek yok, bu yüzden geç yaşında başlıyor okula babam. Erzurum Muallim Mektebi mezunu.

Aile Erzurum'a nereden gelmiş?

Dedemin babası Ahıska’dan gelmiş, Tiflis’in güneyinde bir yer. Onun babası da din adamıymış. Sonra gelip Oltu’ya yerleşmişler. Babam ilk defa 14 yaşındayken öğretmen okuluna gönderiliyor. Oltu’yla Erzurum’un arası çok uzak. Önceleri gidip geliyor sonra yatılı kalıyor. Onun yıllar içinde dönüşümünü gösteren birkaç fotoğraf var. Okula gittikten iki yıl sonra çekilmiş bir fotoğrafı var, daha kendine güvenli bir genç olmuş.

Annem ev kadını. Hatta babamla evlendiği zaman okuryazar bile değil, okuma yazmayı babam öğretiyor anneme. Ama son derece zeki bir insan olduğu için sonradan babamı bile yönetmeye ehil hale geldi. Biz dört kardeşiz. Ablamla benden epey sonra gelen iki kardeşin biri kız, biri oğlan. Benim Oltu’daki çocukluk dönemimden ilk hatırladığım şey ise, dedem ve babamın temsil ettiği tarafların çatışma ve gerilimi. Babamın bürokrat çevre içindeki önemli pozisyonu yanında ev içinde hiçbir etkinliği yoktu. Dolayısıyla ben çocuk yaşımda dedemin, yani Fatih Medreselerinden yetişmiş bir cami imamının rahle-i tedrisinden geçtim. Daha üç-dört yaşında konuşmayı öğrenip biraz cümle kurmaya başladığım dönemde dedem bana bütün duaları ezberletmişti. Tabii ceza da önemli bu kesimin çocuk eğitiminde. Dedem ben dua okurken yaptığım her yanlış için parmağıyla alnıma hafifçe vururdu. Çok acı veren bir şey değildi ama dört-beş yaşındaki bir çocuk için bunun ne kadar travmatik olduğunu tasavvur edebilirsiniz.

Türkçe okuyup yazmadan önce, eski Türkçe yazıp okurdum ben. Ama duaların anlamını ne dedem öğretti ne de ben başka bir şekilde öğrendim. Zaten çocuklara Kuran öğretirken içeriğiyle, mealiyle ilgili fazla bir şey anlatmazlar. Bu bir eğitim kuralı mıdır, yoksa anlamı öğrenilirse inancı sarsılır diye mi düşünürler, bilmiyorum. Dedem laik rejime de karşı ama bu işin artık böyle olacağını kabul etmiş. Ezanın Türkçe okunmasına başlangıçta çok muhalefet etmiş anlatıldığına göre ama sonra kabullenmiş. Aydınlanmacı cumhuriyet kuşağının temsilcisi olarak babamı kabul edersek, onunla hiç barışık olmadılar. Mesela aynı sofrada yemek yediklerine ben tanık olmadım. Böyle bir hayat işte.

Dedem, ilk torunu olarak benden onun yolundan gitmemi ümit ediyordu muhtemelen. Fakat ilginçtir, dinî inanç bakımından onun üzerimde hiçbir etkisi olmadı. Aksine, çocukluk çağındaki o maneviyat eğilimlerim silindi gitti. Aklım almıyordu okuyarak, dualar okuyarak hayatı değiştirebilmeyi...

Kısacası ailem iki ideolojinin çatışma alanı olarak dizayn etti benim çocukluğumu. İki ideoloji arasında sıkışmış bir çocukluk yaşadım. Ta ki babam dedemin evinden kopup Kars'a yerleşinceye kadar. Bu yüzden benim çocukluğum, hiçbir yönünü “çocukluk anıları” diye keyifle hatırlayabileceğim bir dönem olmadı.

Bir taraftan da Oltu aslında güzel bir kasabadır. Eğer turist olarak bakarsanız, ortasından bir ırmak geçer, etrafında yüksek dağlar vardır, yeşil bir vadi içine oturmuş tarihî bir kenttir. Osmanlı öncesinde de ilk yerleşim yerlerinden biri, Roma kalıntıları da vardır. Fakat benim hatırladığım Oltu, o çukur içerisinde bir kâbus. Oltu’da yedi yaşına kadarki çocukluğuma bir sıkışmışlık duygusu ve “ne zaman buradan kurtulacağım” sorusu hâkimdi. Uzaktaki dağlara bakıp onun ötesinde bir yerlere, başka bir dünyaya ulaşma arzusu kaplamıştı içimi. Oradan, 1946’da, yedi yaşına bastığım dönemde göçtük; babam bizi Oltu çukurundan alıp Kars’a götürdü. Oraya atanmıştı.

Levon, Yedvard, Hrant

Kars’a gelince dedemle irtibatımız kesildi. Arada çok kısa sürelerle gittiğimiz oluyordu ama Oltu’dan çok annemin köyüne giderdik. O köy de eski Rum köyü. Tabii ben gördüğümde Pontus Rumlarından eser kalmamıştı. Dedemin köyü de Cücürüs diye bilinen bir Ermeni köyü. Orada biraz daha fazla kalıntı vardı. Taş evler, okula çevrilmiş güzel bir kilise hatırlıyorum.

Oradan önemli bir şey daha hatırlıyordunuz, kitabınızda* yazdığınız Levon’un hikâyesini...

Evet, Levon… Bu kitabı yazma düşüncesi belki de Levon’la başladı. Levon’u babamdan dinledim, hep gözleri yaşararak anlatırdı. Ermenilerin terk ettiği köyde, geride tek bir çocuk kalmış. Sekiz-on yaşlarında. Babamın da çok sevdiği, arkadaşlık ettiği bir sığırtmaç Levon. Bir gün çeşme başında, kanlar içinde ölüsünü görüyor. Kimin öldürdüğü belli değil. Geriye doğru yorumlayınca, tanık bırakmamak gibi bir sebeple öldürülmüş olabilir diye düşünüyorum. Daha sonra o köyle ilgili hiç yazılan bir şey görmedik.

Birkaç Ermeni köyü, daha kuzeye bakan taraflarda da Rum köyleri olan, kozmopolit bir bölge Oltu. Çocukluğumuzda dere kenarında oynarken kafatasları, insan kemikleri falan çıkardı. Onların o dönemde katledilmiş insanlara ait olduğu anlaşılıyor. Bende “hakkımız olmayan topraklara sahip olmuşuz” gibi bir duygu daha başından beri yerleşmiş. Baba tarafım da, anne tarafım da, hiçbir bedel ödemeden evler, araziler sahibi olmuş. Küçücük bir çocuğun hayatına kıyıldığına babam tanık olmuş. Dolayısıyla hem aile olarak hem de ülke olarak Ermenilere karşı haksız davrandığımız duygusu çocukluğumdan beri bende olan bir şey. Halk arasında da anlatılırdı. Mesela Rus dönemini hatırlayan Sahra Hanım diye yaşlı bir kadının anlattıklarını hatırlıyorum. Kağnılar dolusu, kanlar içinde ölülerin geçirildiğini anlatmıştı, Ermeni katliamıyla ilgili. Tabii Müslüman ve Türklerin ölümlerine dair tanıklıklar da vardı. Erzurum’la Oltu arasında bir yerde Ermenilerin bir camiye Müslümanları doldurup yaktığı söylenirdi. Bunlara ait kanıtlar var mı yok mu bilmiyorum ama Cücürüs köyünde Ermeniler öldürülmüş ve o çocuk tek başına orada kalmıştı. Bunları daha sonraki yayınlardan da biliyorum. Ama bunun milyonlarca insanın bu ülkeden göçüne sebep olabilecek boyutlara ulaştığını ancak üniversite öğrencisiyken öğrenebildim.

Üniversitede Ermeni arkadaşlarım vardı. Yedvard diye çok sevdiğim, sonradan meslektaşımız olan arkadaşıma, bir gün dedim ki, “bu Ermeni meselesini kurcalamanın anlamı yok, artık bu ülkede hiçbir Ermeni baskı altında yaşamıyor.” Gaflete bakar mısınız? Bunu deyince Yedvard acı acı gülümsedi. “Sen hayatında hiç Ermeni oldun mu Gençay?” dedi. “Bir komşunla aranda bir problem olsa ya da biri trafikte sana haksızlık yapsa ve mahkemeye, karakola düşsen, adını sordukları anda sen haksız duruma düşersin ve başına olmadık işler gelir.” Bunu söylediği anda meseleyi kavradım.

Hakikaten ayrımcılık insanın iliklerine işlemiş bir şey Türkiye’de. Kürt meselesi ise çocukluğumdan beri içinde yaşadığım, hükümet tabipliği döneminde bizzat tanık olduğum, daha sonra siyasi hayatta envai türlüsünü gördüğüm, düşman hukuku uygulandığına tanık olduğum bir ayrımcılık. Bugüne gelirsek, altı muhalefet partisinin bildirisine karşı “Millî Merkez” diye bir merkez -kendilerinde hem millîliği hem merkezliği vehmeden bir grup- yerel yönetimlere yetki verilmesini Kürt meselesine bağlayarak şiddetle reddediyor, bildirideki anadile özgürlük konusundaki cümleleri ihanet sayan mesajlar yazıyor.

Ben Levon’dan çok uzun yıllar sonra Hrant'ı tanıdım. Hrant benim çok sevdiğim bir dostum oldu. Ve sonradan babamın Levon’un ölümüne tanık olması gibi ben de onun ölümüne tanık oldum. Garip bir tesadüftür: 2007’de Samsun’da TTB’nin bir toplantısındaydım. Konuşma sırasında telefon geldi. Samsun Tabip Odası Başkanı yanıma gelip kulağıma fısıldadı, “Abi” dedi, “Hrant Dink öldürülmüş.” Ben dondum kaldım. Devam edemedim konuşmaya. Hem çok sevdiğim bir insandı hem de başına bir şey gelecek korkusunu sürekli taşıdığım biriydi. Sadece ben değil herkes, özellikle Sabiha Gökçen yayınından sonra onun için kaygılanıyordu. Meğer benim orada olduğum o gün, Hrant’ın katili olan çocuk da Samsun’daymış!

“Kars’taki ilk gecemizde kardeşim doğdu”

Oltu’dan Kars’a göç ettiğiniz döneme geri dönersek, ne hissettiniz? “Kurtulmak” genellikle daha batıya gitmek üzerinden tanımlanır ya, ama Oltu’nun daha da doğusuna, Kars’a bir yolculuk sizinki…

Oltu’dan soğuk bir sonbahar günü, bir kamyona eşyalarımız yüklendi. Annem kız kardeşime hamile, doğurmak üzere. Daha sonra belleğimi yoklayınca hatırlıyorum, “şu doğum da olsun sonra gidelim” bile demeden hızla kaçış söz konusu. Dedem tarafından evden mi kovulduk, yoksa bir an önce kurtulalım telaşı mıydı, bilmiyorum. Babama, atanmış olması nedeniyle Maarif Bakanlığı tarafından yolluk -harcırah denirdi eskiden- verildi ama yol parasına yetmedi. Babam, annemin dikiş makinesini pazarda yok fiyatına sattı, o zamanlar dikiş makinesi önemli bir değer. Bir kamyona bindik, o zamanın yolları malum, son derece güç şartlarda bir gün süren bir yolculukla Oltu’dan kurtulduk. Ama nereye doğru? Daha doğuda, Kars diye bir kente. Benim gördüğüm ilk kent Kars’tı. Babam Kars’ı tercih etmişti, çünkü orada dayım bir sanat okulunda müdür yardımcısı olarak çalışıyordu. Bir tutunma noktası. Oradan niyetleri belki İstanbul’a ya da büyük kentlere atanarak benim üniversite okuyabileceğim koşulları sağlamaktı. Kars’a gecenin geç bir saatinde vardık. Bir otele yerleştik ve o otelde kız kardeşim Işıl dünyaya geldi.

O nasıl oldu, hatırınızda mı?

Tabii, hatırımda. Babam kalacağımız otelin adını daha önceden bulmuştu. Kars’ta zaten o sıralarda iki-üç tane otel vardı. Girdik otele, annemin sancıları tuttu. Otel sahibi ilgilendi. Bizi bir odaya yerleştirdiler. Derken birtakım kadınlar ortaya çıktı, anneme yardım ettiler. Bu kadınlar o sırada Kars’a gelen bir tiyatro grubunun oyuncularıymış. O dönemdeki bir tiyatro grubunun nasıl bir şey olduğunu çok iyi kestiremiyorum ama deyim yerindeyse biraz avam bir tiyatro olduğunu söyleyebilirim. Danslı, şarkılı bir gruptu. Bize çok iyi davrandılar. İçlerinde tecrübeli, doğum yapmış, yaşını başını almış kadınlar vardı, sıcak su buldular, doğumu yaptırdılar. Yani ebeliği onlar yaptı. Daha sonra doğumhaneye götürülüp çocuk muayene ettirildi. Kars’a böylece yerleşmiş olduk.

Ve Kars yılları başladı…

Evet. İlkokulu Kars’ta okudum. Daha önceden eski Türkçenin yanında Türkçe de öğrendiğim ve iyi kötü hesap yapmasını bildiğim için Kars’ta ikinci sınıfa aldılar beni. Babam da aynı okulda öğretmendi, o birinci sınıftan başlatmak istedi ama beni sınava alan öğretmenler “bu çocuğun 1’de okuması zaman kaybı” deyip ikinci sınıfa aldılar. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Kars’ta okudum. Bu sefer de Kars’tan kurtulup artık iyice öğrendiğim İstanbul’a ulaşma hayalleri kurmaya başladım.

Adalet için ilk tanıklık

Çocukken Kore Savaşı'na karşı çıkıyorsunuz, ilk karşı çıktığınız savaş…

Evet. Çok sevdiğim bir arkadaşımın akrabası Kore’de madalyalar kazanmış biriydi. O bizi millî hislerle doldurmaya çalışıyordu ama biz, “Savaşta bir sürü insan öldü, ne için?” diye soruyorduk. Babam da Kore’ye asker gönderilmesine karşıydı. Dolayısıyla o zamandan beri savaş aleyhtarı bir duyguyla beslenerek yaşadım ben. Yani sonradan edinilmiş şeyler değil, çocuklukla beraber büyüyen bir şeydi.

Ortaokul-lise yıllarınız nasıl geçti?

İlkokuldan itibaren yakın arkadaşım olan, Çerkez bir ailenin küçük çocuğu Tuncer Tuğcu vardı. Onunla beraber biz Doğulu olmamıza rağmen Kars’ta yabancı muamelesi gördük. Doğu’da öyledir; bitişikteki kentten gelseniz de sizi o kentin yerlisi saymazlar ve biraz hoyrat bir muameleyle karşılaşırsınız. Tuncer Van’dan gelmişti, ben Oltu’dan. Dolayısıyla ikimiz de yerli çocukların boy hedefi haline gelmiştik. Ortaokulda hatırlamak bile istemediğim bir olayla yüz yüze geldik. Ortaokulun ikinci sınıfındaydık. Çok sevdiğimiz bir müzik öğretmenimiz vardı, Nevzat Bey. İstanbullu, eşi de İngilizce öğretmeni, sarışın, mavi gözlü, ufak tefek bir insan. Çok sevimli, müzik delisi bir öğretmendi. Bize nota öğretmeye, Batı müziğini tanıtmaya çalışırdı ama sınıf bunlara hiç ilgi göstermezdi. Bir kış günü, ders sırasında müzik öğretmenimiz, yaşça bizden büyük, kabadayı bir öğrenci tarafından neredeyse öldürülüyordu. O yaşta, gözümüzün önünde, benim bir sıra önümde oldu olay. Sonra bu çocuk, siyasi bakımdan da önemli bir ailenin çocuğu olarak mahkemeye çıkarıldı, bizler de tanık olarak gittik. Tehdit edildik. Bir senaryo yazıldı, bu çocuğa müzik öğretmeninin haksızlık yaptığı, hatta kız kardeşine kötü gözle baktığı gibi akıl almaz suçlar, iftiralar saldırıya gerekçe olarak ileri sürüldü. Bizim de bunlara tanıklık etmemiz isteniyordu. Bunları reddettik ama bir taraftan da korkuyoruz, tehdit altındayız. Ben mahkeme salonunda ifadem alınırken, ortaokulun ikinci sınıfında, 12-13 yaşlarında bir çocuğum. Hâkim tehdit var mıydı diye sorunca, çok sevdiğimiz öğretmenin hiç böyle bir şeyine tanık olmadığımızı ısrarla söyledik, hâkim bunu tekrarlattı. Karşı tarafın izleyicilerinde homurtular başlamıştı. O sırada müthiş bir mide bulantısıyla, mahkeme salonundan koşarak dışarı çıkıp bitişikteki parkta çalılıklara doğru kustuğumu hatırlıyorum. O gerilimden, stresten, korkudan. Sonunda çocuk mahkûm oldu. Sanırım on yıl ceza aldı bu çocuk.

Öğretmen öldü mü?

Orada ölmedi, kurtuldu. Ama İstanbul’a tayini çıktıktan sonra, orada basit bir bisiklet kazasında hayatını kaybetti. Kazayı atlatabilecek fiziksel durumda değildi, çünkü akciğeri yaralanmış, çok ağır bir şey yaşamıştı, kurtulamadı.

Mahkemeye çıkmak, hakikati savunmak hayatınızdaki önemli bir kırılma olabilir mi sonraki yıllar için?

Bu olayın ve bizim hedef olduğumuz tehditlerin toplumsal bir haksızlık, bir adaletsizlik duygusu yarattığını çok iyi hatırlıyorum. Tam o günlerde, galiba 1951 Tevkifatı’ndan sonra İstanbul’dan ya da Ankara’dan sürgün edilmiş bir yurttaşlık bilgisi öğretmeni geldi Kars’a. Fuat Bey, iriyarı, yakışıklı bir öğretmendi. Bize o dönemde, adalet duygusu ve eşitlik nedir, yurttaşlık hakları nelerdir, dünyada kaç tip devlet vardır gibi konulardan başlayıp, sosyalizmi, komünizmi, kapitalizmi anlattı. Bunları ilk defa duymamızı sağlayıp bize daha geniş bir perspektif, bir siyasi ufuk açan bir öğretmendi. Biz Tuncer’le birlikte kendimizi eşitliğin, özellikle emeğiyle geçinen insanların hâkim olduğu, sosyalizm-komünizm diye bildiğimiz o düzene bağlı hissetmeye başladık. O dönemde okuduğumuz kitaplardan mı, yoksa gördüğümüz filmlerden mi, bilmiyorum, bu işin mutlaka gizli olması gerektiğini, ortaya çıkarsa başımızın büyük derde gireceğini biliyorduk. Belki de öğretmenimiz kendi yaşadığı durumdan, Tevkifat’tan da söz etmişti. Dolayısıyla bir “cemiyet” kurduk kendi aramızda, şimdiki adıyla dernek.

“X Cemiyetini kurduk”

İsmi var mıydı?

X Cemiyeti dedik. Çok tuhaf bir şey. Arkadaşlarımızdan gizledik. Tuncer, ben, Gürbüz diye bir arkadaş -yıllar sonra diş hekimi olarak İstanbul’da karşılaştık-, Özcan Başar diye bir asker, galiba astsubayın oğluydu. Biz işte bu beş kişiyle “X Cemiyeti”ni kuralım, bir duvar gazetesi çıkaralım, orada düşüncelerimizi dile getirmeye çalışalım dedik. Tam o günlerde Tuncer’in evinde, Kars’tan ayrılıp tıp okumuş abisinin kitaplarını karıştırırken Nâzım Hikmet’in şiirleriyle karşılaştık. Hiç unutmuyorum, “Jokond ile Si-ya-u” adlı, daha sonra ayrıntılı hikâyesini de öğrendiğim uzun şiiri Tuncer’le birlikte odaya kapanıp okuduk ve çok etkilendik. “Jokond ile Si-ya-u” doğrudan doğruya bir siyasi propaganda şiiri değildir. Hatta Louvre Müzesi’ndeki ünlü “Jokond” resminin hikâyesiyle başlayan, Çinli bir devrimcinin o resmi seyrederken duygulanmasını ve onun hayat hikâyesini anlatan bir şiirdir. Yani Nâzım Hikmet de devreye girince biz bacak kadar çocuklar basbayağı gizli komünist cemiyeti kurmuş insanlar olarak algılamaya başladık kendimizi. Tuncer’in babası kuyumcuydu, böylece cemiyetin mührünü de yaptırıp her birimiz birer tane aldık: X1, X2, X3, X4 diye. Herkes o mührü duvar gazetesinde çıkan yazısının altına basardı. Tuncer’in evinde, büyük bir bahçe içinde bir merdiven altı vardı. O daracık mekânda biz bir taraftan alet keşfederdik. Oturur, ne yapılabilir diye bakar, mesela hidrojenle şişen balon yapardık. Asidin içine bir metal attığınız zaman hidrojen çıkar ya, buna benzer kimyada ve fizikte öğrendiğimiz şeyleri uygular, bir taraftan da duvar gazetemizi çıkarırdık. Ama tabii bir eksik vardı; duvar gazetesini okuyacak işçi sınıfı lazımdı ☺

Cemiyete hiç “eleman” kazandırmamış mıydınız?

Sadece beş-altı kişiye ulaşabilmiştik. Zaten biraz izole, küçük bir gruptuk. Diğer arkadaşlarımız oyunla, dersle filan meşguldü. Kuyumcu Mehmet Amca’nın çıraklarından birini, Cafer’i Cemiyet’e üye yapalım ve duvar gazetesini okutalım dedik. Şimdi anlatınca insana komik geliyor… Bu kadar çocukça şeyler nasıl yapılabilir… İşte taşra. Cafer’i getirdik, duvar gazetesini okudu ama hiçbir şey anlamadı tabii. “Eşitlik, özgürlük, emeğiyle yaşamak en büyük onurdur” gibi laflarla donatılmış yazılarımıza “ya gidin işinize” deyip bizi terk etti.

Liseye geçince bu işin böyle cemiyetle falan olmayacağını anladık. Zaten yakalandık bir biçimde. Liseden itibaren yoğun bir okuma dönemi oldu. Varlık Yayınları kitapları o sırada yeni çıkmıştı. Kars’ta bunları satan bir tek kitabevi vardı, galiba Şafak Kitabevi. Orada satılan MEB Yayınları ve Varlık Yayınları’nı kaçırmazdık. Şehir Kütüphanesi’nde de bir sürü kitap vardı, sırayla okurduk. Böylece lise döneminde hem Türkiye’deki hem de Batı’daki edebiyat dünyasını az çok tanımış olduk. Ben İstanbul’a, Beyoğlu, Taksim, Adalar gibi semtleri adeta elimle koymuş gibi öğrenmiş, uzaktan uyumlanmış durumdaydım. Artık bütün hayalim Oltu’dan kurtuluşuma benzer şekilde bir an önce İstanbul’a gitmek ve orada üniversite okumaktı. O arada ailem de birtakım güçlükler yaşıyordu. Üç çocuktan sonra erkek kardeşim doğdu. Bir öğretmen maaşıyla dört çocuğun okutulması zordu. Bir ara acaba askerî mektebe yatılı mı gitsem, üniversite masrafını ailem kaldırabilir mi diye düşündüm ama olmadı. Sonra lise bitti. Son sınıfı okurken sol tarafımda, göğsümde öksürürken, gülerken ağrılar peyda olmaya başladı. Derken biraz daha ilerledi, geceleri terliyorum, halsizim, bitirme sınavlarına girmek zorundayım. Zar zor sınavlar bitti ve babam beni Almanya’da tıp okumuş Budak Bey’e götürdü. Bir röntgen çekildi. Sol tarafta plörezi dediğimiz, eski dilde zatülcenp denen, yani pnömoniden, zatürreden farklı olarak, akciğer zarının iltihaplanması, yani tüberkülozun bir türü ortaya çıktı. Streptomisin o zamanlar Türkiye’ye yeni gelmişti. Budak Bey’in bulduğu anti-tüberküloz ilaçlar verildi. Ben bitirme sınavlarımın arkasından bir ay kadar evden çıkmayarak, iyi beslenerek, ilaç alarak toparlandım. O yıl İstanbul’a gelip mimarlık bölümüne girmeye karar verdim. Çünkü heykeltıraş olmak istiyordum, resme ve el işlerine yatkın olduğumu düşünerek.

“Heykeltıraş olacaktım, doktor oldum”

Lisedeki yıllarla ilişkisi var mı bu ilginin?

O zamanlar çok iyi sınıf öğretmenleri vardı. Bize kutular, heykeller, resimler yaptırırlardı. Çok ilginç resim hocalarımız da vardı, yüksek yetenekleri olan insanlardı. Belki onların da etkisiyle, heykele ilgim vardı. Babam, bir an önce ekmek parası kazanacak bir mesleğe girmen lazım diye ısrar edince o iş zora girdi. Sağdan soldan öğrendiğime göre Güzel Sanatlar Akademisi’nde mimarlık okurken heykel bölümünde de eğitim alabileceğimi öğrendim ve bu işi böyle yürütebileceğimi düşündüm. O sıralarda Güzel Sanatlar Akademisi genel üniversite sınavının dışında özel bir sınav yapardı ve sınava girmek için sağlık muayenesi gerekiyordu. Taksim’deki Verem Savaş Dispanseri’ne gidip muayene olunca foyamız meydana çıktı. Meğer iyi tedavi olmadığım için plörezim yüksekmiş ve her iki akciğerim meme hizasına kadar alttan yukarıya sıvıyla doluymuş. Beni muayene eden doktor “her şeyi bırakıp evine dön, yoksa ölürsün” dedi. İstanbul’da tedavi olayım dedim ama tek başıma bir sanatoryuma yatıp tedavi olmamın mümkün olmadığını söyleyerek beni geri gönderdi. Ve Kars’a döndüm. Kars’ta bir yıl hem tedavi, hem hayata devam, hem de üniversiteye belki gidemeyeceğim olasılığıyla mücadele ederek geçen bir yıl… Büyük bir travmaydı benim için, bütün hayallerim çökmüştü. Tedaviden sonra para kazanabilmek için yedek öğretmenlik yaptım, daha sonra bir bankada memur olarak çalıştım. Bir yıl böyle geçti. O yıl içinde Tıp Fakültesi’ne girmeye karar verdim. Sevdiğim ve çocukluğumdan beri aklımda olan mimariyi gönül kırıklığı içinde bir tarafa bırakıp Tıp Fakültesi’ne hazırlanmaya başladım. İstanbul’a gittiğimde de sadece Tıp Fakültesi’ne başvurdum. Acaba kazanacak mıyım diye korku içinde bekleyerek sonunda tıbbiyeye girdim.

27 Mayıs 1960

Üniversite yıllarınız nasıl geçti? 1960’lardaki siyasi hareketlilikle birlikte düşünürsek…

Fakültenin birinci sınıfından itibaren bir çevre edindim. O sıralarda Filistin Kurtuluş Hareketi’nin Türkiye’de temsilcileri vardı, okulda Filistin meselesini gündeme aldığımızı hatırlıyorum. Bir de Demokrat Parti’nin bütün üniversitelerde tepkiyle karşılanan aydın düşmanlığı dönemiydi. Üniversite öğrenciliğimin ikinci yılında Tıp Fakültesi Talebe Cemiyeti üyeliği dönemi başladı. Siyasi baskılara karşı bir örgütlenme çabası olarak, bizim “X Cemiyeti” diye kurduğumuz şeyin gerçeğe yakın haliydi. Gündemimizde özerk ve bağımsız üniversite, demokrasi, baskılardan uzak bir rejim vardı. Fakültenin ortalarına, yani üçüncü sınıfa kadar dernek, ders dışındaki bütün zamanımızı kaplayan bir faaliyet alanı haline geldi. Ankara Siyasal Bilgiler’deki baskılar, orada ve İstanbul’da Hukuk Fakültesi’ndeki öğretim üyelerinin hakarete uğraması, Menderes’in hocalarımıza “kara cüppeliler” demesi, üniversiteleri kendi arka bahçesi haline getirme çabaları ve 28 Nisan günü üniversite bahçesinde Rektör Sıddık Sami Onar’ın polis tarafından yerlerde sürüklenmesi üzerine birtakım toplu tepkiler gelişmeye başladı. Benim de üyesi olduğum, hatta yönetiminde bulunduğum Tıp Fakültesi Talebe Cemiyeti kongresinde Menderes’in koruması olan ve dönemin belalı polislerinden biri olan Bumin Yamanoğlu’nun, kongre hazırlığıyla uğraşırken benim bulunduğum mekâna girmesine engel olmaya çalıştığımı hatırlıyorum ve sonrasını hatırlamıyorum. Çünkü Bumin Yamanoğlu okkalı bir yumrukla beni mekândaki buzdolabının camekânına doğru fırlattı. Hatta bu olay üzerine İstanbul’da “Bumin Yamanoğlu bir yumrukta tıbbiyeli öğrenciyi öldürdü” diye bir efsane çıktı. 28 Nisan’da üniversite bahçesinde toplu bir protesto düzenlendi ve o gece sıkıyönetim ilan edildi. Etrafımız tel örgülerle çevrildi ve askerler 200-300 kişilik bir grubu askerî arabalara bindirip Davutpaşa’ya götürdüler. Sonradan anladık ki bizi bir nevi tutuklamışlar ama gerçek bir tutuklama değil. Kaçmamıza göz yumdular. Nitekim bir süre sonra Davutpaşa’dan kaçtık. Bu şartlarda 27 Mayıs 1960 askerî darbesi, öğrenci kitlesi tarafından büyük bir sevinçle karşılandı. Darbe “devrim” olarak nitelendirildi. Ama çok kısa bir süre sonra darbenin sadece sevimli yüzüyle gelmediğini, askerî vesayet rejimini adım adım inşa ettiğini fark edince “devrim” adından vazgeçtik ve “darbe” diye nitelemeye başladık. Ama 1961 Anayasası her şeye rağmen o güne kadar bu toplumun yaşamadığı bir özgürlük iklimi doğurdu. Üniversitelerin özerkliği, siyasi partilerin söz hakkı, özgürlük alanları genişletildi. İnsan haklarına dayalı örgütlerin kurulmasına izin verildi, sendikal haklar ve grev hakkı tanındı. Dolayısıyla sol siyasi partilerin kurulma yolu açılmış oldu. İlk kurulan parti de Türkiye İşçi Partisi’ydi (TİP). Aslında 1961’de kuruldu ama Mehmet Ali Aybar’ın ve solcu aydınların girmesi 1962’nin başıdır. Ben de o sırada son sınıfa gelmiştim, Mehmet Ali Aybar’ın partiye girmesinden aşağı yukarı bir ay sonra, 10 kişilik bir öğrenci grubu olarak TİP’e girdik. Bu grup, üniversitenin merkez binasındaki Hukuk Fakültesi kantininde bir yuvarlak masa etrafında oturan ve “Komünistlerin Masası” diye tanınan gruptu. Daha çok CHP’ye yakın solcu arkadaşların bize takılarak koydukları isimdi bu.

“Komünistlerin Masası” TİP’e giriyor

Sonuç olarak çocukluğumuzdan beri içimizde yaşattığımız sosyalist örgütlenme TİP’le birlikte gerçekleşmiş oldu. Burada çeşitli şeyler yaşandı tabii. 27 Mayıs’ın arkasından gelen dönemde birtakım sol örgütler ve CHP’ye yakın örgütler ile Millî Birlik Komitesi arasında kurulan ilişkiler sonucunda biz bir süre sonra dışlandık. Üniversite öğrencilerinin çıkardığı, Öğrenci Federasyonu’na ait bir siyasi toplumsal dergi hazırlığı sırasında bizi bir süre sonra askerlerin telkiniyle devre dışı bıraktılar. Tabii bu asker-sivil ittifakıyla 27 Mayıs’ın demokrasiye açık yüzünün sonuna ulaştığımızı kavradık. TİP de o dönemde parlamentoda çok önemli bir ilk seçimin arkasından bir demokrasi iklimi yaratmaya çalışıyordu. 1965 seçimlerinden sonra 15 TİP’li milletvekilinin parlamentoya girmesiyle birlikte parlamentonun niteliği değişti. Yıllar sonra, o sırada başbakan olan Demirel’le bir karşılaşmamızda -galiba o sıra cumhurbaşkanıydı, ben de ÖDP yönetimindeydim- bize şunu söyledi: “Sadun Aren, Mehmet Ali Aybar, Behice Boran siyasi tercih bakımından bize hitap eden siyasetçiler değillerdi ama siyasetin nasıl yapıldığını da, yapılması gerektiğini de onlardan öğrendik.” Ne kadar samimiydi bu ifade, bilmiyorum. Ama ilk defa Sadun Aren’in bütçe tartışmalarında çok ciddi bir ekonomik eleştiri yaptığı, Devlet Planlama Teşkilatı’nın kurulmasıyla birlikte daha eşitlikçi bir ekonomik düzen kurulması için sosyalist bir planlama yapılması gerektiğini anlatan çok önemli Meclis konuşmaları olmuştu ve sağcı siyasetçileri bile etkilemişti. Sonra TİP kapatıldı…

“Kürtlerle teması var mı, takip edin!”

Mezuniyetinizden sonra yaşadıklarınıza geçelim mi?

1963’te mezun oldum. Öğrencilik döneminde Sağlık Bakanlığı’ndan burs aldığım için mecburi hizmet yapmam gerekiyordu. Mecburi hizmetimi bir üniversite hastanesinde geçirmek için verdiğim çabalar sonuçsuz kaldı ve o dönemdeki ismiyle “hükümet tabibi” olarak Sağlık Bakanlığı’nın düzenlediği kuraya katıldım. Bakanlıktaki bir odada bir torbaya elimizi sokup çektik. Torbanın içinde iki-üç tane yer varmış zaten, bir tanesi de Bitlis’in Hizan ilçesi. Kalkıp Hizan’a gittim ama Hizan’a varamadım. Bitlis’e geldiğimde “yollar kapanmış” dediler, “kolay kolay açılmaz”. O sırada Van Gölü kıyısındaki Adilcevaz için, “seni oraya tayin edelim” dedi Sağlık Müdürü. Böylece Adilcevaz’a gittim, orada hükümet tabipliği yaptım. Çok zordu tabii; fakülteyi yeni bitirmiş, hiçbir klinik tecrübesi olmadan tek doktor olarak kasabada çalışmak, hasta tedavi etmek… Bir sürü acıklı deneyim geçirdim. Parası olmayan hastaların tedaviye başlayıp, bitirmeden kaçmalarının nedenlerini sonradan anladım. Bir çocuk hatırlıyorum mesela, 13-14 yaşında, bir kavga sırasında kulağı yarılmış, yana düşmüş halde getirdiklerini hatırlıyorum. Hemen yatırıp büyük bir özenle günlerce başından ayrılmadan tedavi ettim. Tam dikişleri alma aşamasında çocuk babasıyla birlikte kayboldu. Çok telaşlandım. Çünkü alınmazsa o dikişler bir süre sonra iltihaplanabilir. Belki gelirler diye bir-iki gün bekledim. Sonra kaymakamlığa başvurdum, Süphan Dağı’nın eteğinde bir köydendi. Çocuk jandarma zoruyla babasıyla birlikte getirildi. Neyse ki üzerinden fazla zaman geçmediği için iltihap falan olmamıştı, zar zor dikişler tutmuş, kulak yerine dikilmişti. Bir türlü anlamıyordum, “niye kaçtınız” diye sordum. Adamcağız “paramız yok” dedi. Ama burası devlet kurumu… Meğer benden önceki hükümet tabibinin muayenehanesi varmış, tedavileri daha çok orada yaparmış. O yüzden para ödemek o kasabanın hükümet tabipliğinde bir tür rutinmiş. Bu yüzden kaçmış.

Orada hükümet tabipliği yaparken bir yandan da partinin teşkilatını kurabilir miyim diye Diyarbakır’daki parti teşkilatıyla temas halindeydim. Bir gün bir hastamın ayakları yanmış olan çocuğu geldi. Babası belediye başkanıydı, Yeni Türkiye Partisi’nden. Uzun bir tedavi sürecinden sonra belediye başkanı bir gece benim kaldığım hükümet tabipliği lojmanına -lojman dediğim de küçücük, toprak zeminli bir oda- geldi ve Van Millî Emniyeti’nin beni gözlem altında tuttuğunu, belediye başkanından her ay hakkımda, kimlerle temas ediyor diye rapor istediğini söyledi. Bana üzerinde gizlilik arması olan bir belge uzattı ve “Hocam” dedi, “benim çocuğumu siz kurtardınız, ne isterseniz siz söyleyin yazayım, bildireyim.” Ben de yiğitliğe halel gelmesin diye, “ne istersen yaz” dedim, “benim hiçbir şeyle ilgim yok.” Emniyet’in bütün derdi, Kürtlerle bir temasım var mı yok mu, onu öğrenmek.

Var mıydı?

Vardı tabii. Kürt bir öğretmen arkadaşım vardı, çok sevdiğim bir insandı. Onunla Bitlis tarihi üzerine konuşurduk, Süphan Dağı’na çıkardık. “Partiyi nasıl kurarız, bana yardımcı olur musun” diye sorduğumda “aman hocam, dikkat et” derdi.

Kürt aydınlarıyla ilişki kurmanıza karşı bir denetimdi bu, değil mi?

Evet. Zaten hep böyledir, Kürt meselesiyle ilgiliyseniz mutlaka takibe uğrarsınız. Takip edildiğim duygusu beni epey rahatsız etmişti tabii. Belediye başkanı ısrarla “bu işin şakası yok hocam, sen bir an önce buradan tayinini al, buralar tekin değildir, başına büyük dert açarsın” dedi. Ayrılmak zorunda kaldım Adilcevaz’dan ve askere gittim. O sırada Sıhhiye Yedek Subay Okulu İzmir’deydi. Kısa süreli bir okul döneminden sonra orada da bir protestoya katıldım. Yedek subay öğrencilerin maaşlarını bir dönem vermemişlerdi. Meğer kumandanın terfi süreciymiş, okul komutanı ona balo hazırlıyormuş, öğrenci maaşlarını buna harcama girişimine birkaç arkadaşla birlikte tepki gösterdik. Bu tepki öfke uyandırdı. Bir askerî toplantı sırasında “zaten komünistlerin parasına ihtiyacımız yok” diye okul kumandanı bizi azarladı. Arkasından okul bitti. Yine bir kura: Bu sefer Yassıada. İstanbul’da zaten iki yer vardı, biri Yassıada, diğeri Kasımpaşa Hastanesi. Yassıada benim çok hoşuma gitti. Hevesle işe başladım. Aradan kısa bir süre geçti, Yassıada’nın kumandan vekili ile ilaç yazdırma meselesinden dolayı gerilim yaşandı, beni oda hapsine aldılar. Gerekçe de, neden sineklerle mücadele etmiyorsun! Kaldığım oda Menderes’in bir dönem kaldığı odaymış meğer. Yedi-sekiz gün orada kaldım. Sonra Yassıada’dan beni apar topar Kasımpaşa’ya aldılar, göz önünde bulunayım diye.

Kasımpaşa Deniz Hastanesi’nde göreve başladım. İşçi Partisi’nin 1965 seçimlerine hazırlandığı dönemdi. Gündüzleri hastanede ya da Kasımpaşa’daki Deniz Kuvvetleri Komutanlığı binasında zaman geçirip, akşamları partide çalışırdım. Hatta Kurtuluş diye bir seçim gazetesi çıkarmıştık. Onun köylere gönderilmesi için askerî kıyafetimi bir yerlere asar, Cağaloğlu’nda gazetenin bürosunda çalışmaya giderdim.

Askerlik döneminin ardından üniversiteye asistan olarak girdim. İstanbul Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı’na. Mimarlık ve heykeltıraşlık hayaliyle başlayan tahsil hayatım nöroloji alanında öğretim üyeliğiyle devam etti, ta ki emekli oluncaya kadar. Dört yıl İstanbul Tabip Odası başkanlığı, dört yıl da Türk Tabipler Birliği başkanlığı dönemim oldu.

“Prag resmen işgaldi”

’68 döneminde yurtdışındaydınız değil mi?

Evet. Ben 1966’da üniversiteye asistan olarak girdiğimde nörolojik görüntüleme yöntemleri Türkiye'de henüz yoktu. O sırada, şimdi hayatta olmayan Edip Akdin hoca, nöroradyoloji eğitimi için yurtdışına gitmemi istedi. Ben de 1967’de, daha öğrenci hareketleri yeni ortaya çıkmışken, TİP ile DEV-GENÇ arasındaki gerilim de daha başlangıç dönemindeyken yurtdışına çıktım. 1967-68’de Norveç’te ve İsveç’te, bir dönem de İngiltere’de bulundum. Dolayısıyla ‘68 öğrenci hareketlerini yurtdışında yaşadım. TİP içinde Çekoslovakya meselesiyle ilgili iç problemlerin ortaya çıktığı dönemde, işgal altındaki Prag’a gittim. Prag işgali öncesinde de Sovyetler konusunda tereddütlerim vardı. Stalin döneminde yapılan baskı ve işçi sınıfı adına demokrasiden uzaklaşılıp komünizmle alakası olmayan bir düzen kurulduğu konusundaki izlenimlerime rağmen “Prag Batı’nın bir oyunu mu?” diye de şüphe içindeydim. Norveç’teki siyasi çevrelerle ve komünist partisiyle tartışarak gidip yerinde görmeyi istedik, iki arkadaşla birlikte gittik. Kent işgal altında. Varşova Paktı askerlerinin kahvelerde oturan insanlar tarafından şişeler atılarak protesto edildiğini gözlerimizle gördük ve onların bir işgal ordusu olduğunu anladık. Biz ülkeyi bir hakem olarak izleyip rejimi tahkim etmeye çalıştıklarını sanıyorduk, halbuki kanın gövdeyi götürdüğü bir işgal yaşanıyordu. Özetlemem gerekirse, o dönemi yurtdışında çeşitli ülkelerdeki öğrenci hareketlerini izleyerek geçirdim. Tabii Türkiye’de olup bitenleri de çok yakından izliyordum.

1969’un sonunda döndüm. 12 Mart 1971’de askerî darbe oldu. Darbenin arkasından, ben Norveç’teyken beni izlemiş olan fakülte dekanı iki yıllık eğitimimi tamamlamam için tekrar yurtdışına gitmemi tavsiye etti. Kürsüdeki hocalarım da uygun görünce ‘71’de yeniden yurtdışına çıktım. İki yıl daha kalıp döndüm. Yani ‘68 tecrübem, Türkiye'deki gelişmeleri de yakından izlemekle beraber daha çok yurtdışında oldu.

“68 bir kuşağın ezilip yok edilmesine yol açtı”

Avrupa ile Türkiye’nin ‘68’i arasında nasıl bir fark vardı sizce?

‘68 döneminin bende bıraktığı izlenimi anlamak için kendi kendime uzun zaman tartıştım. ‘68 Avrupa için çok büyük bir sosyal devrim sayılabilir gerçekten. Kültür, edebiyat ve felsefe ağırlıklı olan, çok önemli değişimlere ve yeni ufuklara Avrupa entelijansiyasını taşıyan bir eylemler dizisiydi. Ama siyasi olarak Avrupa’da hangi sonuçları doğurduğuna baktığımız zaman, maalesef Avrupa’daki eksen kaymasının hazırlayıcı nedenlerinden biri olarak kullanıldığı sonucuna varıyorum. O zamana kadar Avrupa’da komünist partiler çok önemliydi, yerel yönetimler komünistlerin elindeydi. Bütün bu partiler teker teker, giderek Batı’yla ve sosyal demokrasiyle, dolayısıyla kapitalizmle uzlaşan dönüşümler geçirdiler. Mesela eğitim sistemi, ‘68’den sonra çok ağır şekilde sola kapalı bir sisteme dönüştü. Felsefi eğitim üniversitelerden uzaklaştırıldı, daha çok pratik kadro yetiştirmeye yönelen üniversiteler ağırlık kazandı.

Türkiye’de ise maalesef çok önemli bir kuşağın ezilip yok olmasına yol açtı. Bu kuşağın en özverili, en cesur temsilcileri hesapsız kitapsız bir eylemler dizisiyle hayatlarını kaybettiler. Yani ‘68’in her ülkede ödenmiş bedelleri vardır tabii, ama Türkiye kadar bunu ağır ödemiş bir ülke ben bilmiyorum. Bir dönemin, hatta birkaç kuşağın en parlak insanları teker teker hayatlarını kaybettiler. Hayatta kalanlar da yıllarca cezaevlerinde harap oldular. Peki sosyal değişim açısından bir sonuç doğurdu mu diye sorarsak, bence hâlâ çok net değil. TİP’le başlayan demokratik-sol mücadele geleneği sekteye uğradı. O dönemde faşist örgütlenmeler de ön plandaydı. Ülkücülerin, dincilerin ve muhafazakâr kesimlerin silahlı külahlı hareketleri vardı ve Türkiye’de ’68 gençlik hareketi Latin Amerika modelini izleyerek iyi hesap edilmemiş bir mücadeleye kendini attı, sonuçta Türkiye gibi devlet ve ordu fetişizmi olan bir toplumda çok büyük kayıplara yol açtı. Hayatını kaybedenlerin hepsini saygıyla, özlemle anıyorum, birçoğunu da yakından tanıyorum. Sinan Cemgil, İşçi Partisi’nde beraber çalıştığımız Adnan Cemgil’in oğludur. Sinan çok parlak, çok iyi yetişmiş bir delikanlıydı ve işte bir çakaralmazla Nurhak Dağları’nda devrim yapmaya gitti bu çocuk. Hayatlarını daha işin başında kaybettiler. İşte Deniz’le arkadaşları… Onlar ellerini kana bulamadıkları halde, intikam için idam edildiler. Tekrar söylüyorum, ‘68 bütün dünyada yaşandı, bedeller ödendi ama Türkiye kadar ağır bedel ödeyen bir ülke olmadı. 83 yaşındayım. Bunca yılın sonunda, o günden bugüne kalan miras nedir diye bakıyorum. Biraz önce konuştuğumuz davalarla yüz yüzeyiz. Hâlâ yüzde 30 civarında halk desteğine sahip olan bu garabet rejimle; solun ancak bir sığıntı gibi ayakta durmaya çalıştığı bir ortamda, demokrasiyi yeniden ayağa kaldırmasını beklediğimiz muhalefetin ise Kürt Özgürlük Hareketi’ni, Kürt demokratik mücadelesini reddeden, meşru bir siyasi partiyi bile kabul etmeyen anlayışıyla bugünlere vardık.

Kötümser olmak istemiyorum ama bu faşist dönemden bizi kurtaracak olan, bel bağladığımız muhalefetle bir 24 Nisan daha geçirdik. Ermeni soykırımının yaşandığı 24 Nisan’da iktidarın arkasına dizilen bir muhalefetle yüz yüzeyiz hâlâ. Bu ilk değil, yeni de değil. Benim 1930’lu yıllarda yapılan bir çalışmayı okuma fırsatım oldu. Ankara Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan, tarihçi Prof. Sait Çetinoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı belgelerindeki yasağın kalkmasından sonra ortaya çıkardığı bir çalışma. 1930 yılında, daha Mustafa Kemal hayattayken, Sovyet Ermenistan’ında yaşayan Kürtlere siyasi değil, kültürel haklar tanınması nedeniyle, yani kendi dillerini konuşma, kendi dillerinde eğitim yapma hakkı kabul edildiği için, dışişleri bakanı, Türkiye Cumhuriyeti adına Sovyetler Birliği’ne nota veriyor: “Bu hakları tanımanız, buradaki Kürtlere kötü örnek olacak. Bu talepleri biz karşılayamayız.” Tabii Sovyetler tarafından sert şekilde yanıtlanmasına rağmen böyle bir çaba gösterildiğine dair Dışişleri Bakanlığı’nın kanıtları bugün ortaya çıkmış durumda. Dolayısıyla 1930’lardan günümüze devam eden bir tutum bu. Bugün de işte HDP kapatılmak isteniyor. Parlamentoda üçüncü parti durumundaki meşru bir siyasi parti, türlü uydurma gerekçelerle siyasetten uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Böyle bir atmosfer içindeyiz bugün.

12 Eylül ve Aydınlar Dilekçesi

Gelelim 12 Eylül’e…

Ben ‘80 darbesini yurtdışındayken öğrendim. Eylül’ün 7 ya da 8’inde Paris’teydim. Brüksel’de yapılacak Avrupa Nöroloji Kongresi için 11 Eylül’de biz Paris'ten birkaç arkadaş arabayla yola çıkmış, Brüksel’e doğru gidiyorduk. Ne olup bittiğinden hiç haberdar değildik. Brüksel’e vardık. Kongrenin yapıldığı otele adımımı atıp kayıt yaptırdığım anda, “sizi kongre başkanı görmek istiyor” dediler. Gittim. Adamcağız telaş içinde. Benden yaşça epey büyüktü. Beni oturttu, “Sakin olun, rahat mısınız, bir şeye ihtiyacınız var mı?” diye peş peşe soruyor. “Ne oluyor?” dedim, “Haberiniz yok mu? Türkiye’de askerî darbe oldu, anayasanız ortadan kalktı. Meclis diye bir şey yok artık” dedi. Böyle haberdar oldum. O sırada yurtdışında olanların bir kısmı hiç dönmedi Türkiye’ye. Biz Brüksel’de, 12 Mart darbesinden sonra yurtdışına çıkan, siyasi göçmen olan arkadaşlarla görüştük; Doğan Özgüden ve eşi İnci Tuğsavul’la oturup konuştuk. Onlar da eski durumu bildikleri için, “Dönme, güvenli bir ortam yok, mesleğini icra edemeyeceksin” dediler ama…

Ama siz döndünüz ve Aydınlar Dilekçesi’ne imza attınız…

Evet. 1980 sonrası dönem Türkiye’de sadece solun değil, demokratların da üzerinden buldozerlerin geçtiği bir dönemdir. O dönemde siyasi itiraz anlamını taşıyan ilk eylem, Aydınlar Dilekçesi eylemidir. Ben o sırada üniversiteden atılmıştım, Nişantaşı’nda bir muayenehanede çalışıyordum. Aydınlar Dilekçesi Aziz Nesin’in öncülüğünde imzaya açılmıştı ve bu imza kampanyasının yürütüldüğü mekânlardan biri de benim muayenehanemdi. Dilekçedeki talepler demokrasiye dönüşten ibaretti, sol talepler dizisi değildi yani. İnsan haklarına, fikir ve ifade özgürlüğüne saygı gösterilmesini talep eden bir metindi. Ama arkasından, beklediğimiz gibi dava açıldı hemen. Dava Ankara’da iki yıl kadar sürdü. Biz defalarca Ankara’ya toplu halde taşındık. 1200 küsur imzalı bir dilekçeydi ama 59 kişi hakkında dava açıldı. Hakikaten de isabetli tespit edilmişti. Çünkü imzaları toplayan, aktivitesi olan bu 59 kişiydi. Dava gerek yurtdışında gerek yurtiçinde çok ilgiyle karşılandı.

Dava açıldıktan sonra üniversitede halen aktif görevde olan arkadaşlar imzalarının çıkarılmasını talep ettiler, biz de makul gördük bunu. Çünkü üniversiteleri tamamen onların eline de bırakmamak lazımdı. Ama imzasını geri alan çok ilginç insanlar oldu. İsim isim saymaya gerek yok; film artistleri, bir opera sanatçısı. “Biz bunu kooperatif kuruluşu sandık” dediler, yani imzalarını çekmekle kalmayıp hazırlayıcıları komployla suçlamış da oldular.

“1402’lik olduk”

O davayı bugünkü Barış Bildirisi ile kıyaslarsak neler söylersiniz?

Bugün, son iktidar dönemindeki davalarla karşılaştırılırsa Aydınlar Dilekçesi Davası daha “demokratik” koşullarda görüldü diyebiliriz. Askerî mahkemede görüldü, ama mesela Aziz Nesin’in son derece ağır eleştirileri veya benim kendi savunmamda kullandığım Kenan Evren’le ilgili sözler takibata uğramadı. Kenan Evren, biliyorsunuz, idamlar meselesi gündeme geldiği zaman “asmayıp da besleyelim mi” diye bir yanıt vermişti. Bu uzun zaman dünya kamuoyunda da yankılandı. Ben de savunmamda, “Böyle bir ifadenin sahibi olan insanla, değil aynı coğrafyada, aynı çağda yaşamaktan bile utanç duyuyorum” dedim. Bunlar mahkeme kayıtlarına geçti. Askerî hâkimin karşısında söylendi. Bununla ilgili ne dava açıldı ne de mahkemede ağırlaştırıcı bir neden olarak kullanıldı. Ve beraatla sonuçlandı. Yıllar sonra, Barış Akademisyenleri Davası’nda, tıp fakültesi mensubu öğretim üyesi bir imzacı olarak yargılanırken, vaktiyle Türk Tabipler Birliği başkanlığı yaptığım için cezam ağırlaştırıldı. 15 ay olan standart ceza 20 küsur aya çıkarıldı. “Savaş bir halk sağlığı sorunudur” diye tıbbi bir şiarı savunmamda dile getirmem nedeniyle daha da ağırlaştırıldı ve 2 yıl 4 aya yükseltildi. Sonradan davayı Anayasa Mahkemesi bozdu ama bugün tanık olduğumuz yargıyla Aydınlar Dilekçesi Davası kıyaslanmayacak şeylerdir. O zamandan itibaren mahkemelerin ne hale geldiğini adım adım gördük.

Bir süre sonra da 1402’lik oldunuz… Şimdi “1402 nedir?” diye sorar gençler…

Ankara Meydan Savaşı diyelim… ☺

Bu meydan savaşını sorayım o halde, 1402 neydi?

1980 askerî darbesinden sonra üniversitelere yönelik saldırı zaten adım adım beklediğimiz bir şeydi. Çünkü 1970-80 arasındaki bütün toplumsal olayların, onların ifadesiyle “terörist eylemlerin” kaynağı olarak üniversite gösterilmişti. Askerî yetkililer, gençlerin, bazı öğretim üyelerinin etkisiyle yoldan çıktığını, “terörist” olduğunu iddia etmişlerdi. Yani yapı baştan beri öyle kuruldu, senaryo öyle yazıldı. Dolayısıyla biz ne zaman başlayacak diye bekliyorduk, süreç biraz uzadı. 1981 bitti, görünürde bir şey yok, 1982 sonuna doğru öğretim üyelerine sarı zarflar gelmeye başladı. “Sarı zarf” devletten gelen tebligat demek, sarı zarfla geliyor… İlk zarflar bizim hukuk fakültesinden birkaç arkadaşa geldi; Aydın Aybay, Bülent Tanör. Derken, sonra benimki geldi. Altındaki imza rektörün değil, rektör vekilinin. Hani alışılmış devlet yazışmalarında bir nezaket kalıbı vardır, “sayın” dersiniz, “arz ederim” ya da “rica ederim” dersiniz, işte bunların hiçbiri yok. “Profesör Gençay Gürsoy. Öğretim üyesi. Nöroloji Bölümü…” İfade de şöyle: “1402 sayılı sıkıyönetim yasası uyarınca görevinize bir daha kamu kesiminde çalıştırılmamak üzere son verilmiştir.” O kadar. Tabii o güne kadar herkes kendine göre bir hayat projesi hazırlamıştı. Bazı arkadaşlar yurtdışındaki üniversitelerle irtibat kurup gittiler. Benim o dönemde pasaportum alındı ve yurtdışına çıkış yasağı kondu. Aslında niyetim gitmekti, daha önce çalıştığım İskandinav ülkelerinden zaten sürekli davet mektubu geliyordu, “işler kızışınca oraya giderim” diye bir şey aklımda vardı fakat olmadı.

O zaman size bu cezaları yağdırmalarının belli bir sebebi var mıydı?

Özel bir sebebi yok. Bizim herhangi bir somut eylemimiz yok. ‘80 öncesi olayların sorumlusu olarak algılandığımız için… Mesela benim Üniversite Asistanları Sendikası (ÜNAS) İstanbul şube başkanlığım var, daha sonra Üniversite Asistanları Derneği (TÜMAS) kurucuları arasında olmam var, üyesi olduğum siyasi partiler… Bütün bu “suçlar” onlar için yeterliydi. Öteki arkadaşlar için de durum aynıydı. Dolayısıyla bir bildiri ya da bir gösteri üzerine bu uygulama yapılmış değil. Yılların biriktirdiği bir “suçlar” dizisi sonucunda uzaklaştırıldık.

Ve arkasından görevinize son verildi. Ne kadar sürdü bu dönem?

Sekiz yıl. Her zaman yapıldığı gibi idari mahkemeye başvurduk. İstanbul’dan sanırım 9-10 kişiydik. Boğaziçi’nden tek bir arkadaş vardı, Teknik Üniversite’den hiç yoktu. Bu şunu gösteriyordu; askerlerin önceden hazırladıkları bir listeye göre değil, üniversitelerde rektörlüklerin verdiği bilgi üzerinden bir uygulama yapılmıştı. Çünkü bazı üniversitelerde bizimle aynı aktivite içinde olan arkadaşlardan hiçbiri 1402’lik olmadı.

Kaç kişiydiniz toplamda?

O rakam nedense hiç net olarak ortaya çıkmadı. İlk aşamada, üniversitede öğretim üyesi olarak çalışırken ihraç edilenlerin toplamı bütün Türkiye’den 80 küsur civarıydı. Ama daha sonra emniyet soruşturması diye bir şey eklendi. Yani bütün kamu görevlilerinin, özellikle üniversitede çalışanların güvenlik soruşturmasından geçmesi koşulu ileri sürüldü. Dolayısıyla birçok arkadaş da güvenlik soruşturmasından olumsuz yanıt geldiği için üniversiteden çıkarıldı. Yani bugünkü KHK’lılara benzer uygulama o arkadaşlar için yapıldı. Bizi resen attılar, herhangi bir güvenlik soruşturmasına ihtiyaç duymadan. Öğretim üyesi kadrosunu böylece temizlediler. Arkasından asistan, yardımcı doçent, doçent, onları da temizlediler. Derken saldırı kamu kesiminde çalışan bürokratlara, öğretmenlere sıçradı. Poliste kadrolar değiştirildi. Yargı mensuplarında da zannediyorum birkaç bini bulan büyük bir tasfiye oldu.

“Yazdığım pasajı ders kitabından sildiler”

Ne yaptınız kamudan uzaklaştırıldığınız o yıllar içerisinde?

Tıp mesleğinin iş alanı belli, kamu hastanelerinde çalışamıyorsunuz. Özel hastanelerde çalışmak ilkesel olarak bizim o dönemde doğru bulmadığımız bir şeydi. Zaten özel hastaneler de, 1402’lik olmuş insanları çalıştırma konusunda çok da hevesli değillerdi. Gerçi ben o dönemde kendi alanımda Türkiye’de neredeyse birkaç kişiden biriydim. İskandinavya’da, beyin görüntüleme yöntemlerinin en gelişmiş olduğu merkezlerde uzmanlık edinmiştim, nörolojiye ek olarak. O uzmanlığa da her yerde ihtiyaç vardı. Ama özel hastaneler ürküyorlardı işte. O sırada 1983’te bir özel laboratuvar açıldı, bilgisayarlı tomografi laboratuvarı. İstanbul’da ilkti. Orada çalıştım. Arkasından muayenehaneyi açtım. Ekonomik bakımdan sıkıntı çekmedim ama hiç alışık olmadığım ve mesleki olarak karşı olduğum özel hekimlik alanına girmek zorunda kaldım. Hatta çok komiktir, muayenehaneye gelen ilk hastayı uzun uzun muayene ettim. Adamcağız çıkarken, “Hocam ne kadar borcumuz” dedi. Ben renkten renge giriyorum, her yerime ter bastı. Aklıma makul saydığım bir rakam geldi, adam “Teşekkür ederim” dedi, bir zarf içinde masanın üstüne koydu. Aradan bir-iki gün geçti, aşağıda posta kutusunda bir zarf. “Hocam siz eksik aldınız, sizin muayene ücretleri şudur” diye. Bir o kadar daha zarfa koyup göndermiş. Ekonomik bakımdan sorun olmadı ama üniversiteden çok kötü deneyimlerle ayrıldık. Ayrıldıktan sonra benim Çapa Nöroloji’de kürsü toplantılarına, bilimsel toplantılara katılmam yasaklandı. Halbuki bu toplantılara herkes katılabilir, üniversiteye özel değildir. Hatta o toplantıları başlatan da benim. Ama benim katılmamı yasakladılar. Ders kitabından bile benim yazdığım pasaj çıkarıldı ve kitap yeniden bastırıldı. Akıl alır iş değil yani. Bu askerlerin talebi olamaz. 12 Eylül’ün beş generali kalkacak, “ders kitaplarından isimlerini sildirin” diyecek, olacak iş değil. Bu tamamen atmosferin yarattığı korku… İşin acı tarafı, demokrat diye tanıdığımız, yakınım olan, arkadaşlık ettiğim bir öğretim üyesi de buna aracı oldu. Çok hazin tabii. Buna benzer çok olaylar yaşandı.

Sonra kamuya ne zaman döndünüz?

Mahkeme uzun yıllar sürdü. 1990’dan hemen önce döndük. Döndük, ama daha yerimize yerleşmeden üniversite rektörlüğü karara itiraz etti. Ve tekrar çıkartıldık. Nihayet İdari Mahkeme Daireler Genel Kurulu’nun ve Danıştay’ın kararıyla yeniden, 90’ın başında dönmüş olduk.

“Cezayı bu kez de Barış Akademisyenliğinden aldık”

Uzun yıllar sonra bu sefer Barış Akademisyeni olduğunuz için yargılandınız, öyle değil mi?

Komik ama evet. Bizim kuşaktan Barış Akademisyenlerine katılan çok fazla insan yoktu, belki de ben tektim. Eşim Esra’yla birlikte o meşhur bildiriyi imzaladık. Ve bir tepki yağmuru başladı. Hedef gösterildik. Başbakan Erdoğan tarafından ağır hakaretlerle suçlandık. Bir mafya lideri bizim için, “kanlarıyla duş alacağız” gibi ağır tehditlerde bulundu.

Bu tehdit de ifade özgürlüğü sayıldı, değil mi?

Tabii. Bizim davamız Anadolu Adliyesi’nde görüldü. Üç duruşmaya ben de gittim. Hiçbirine “hazret”i (Peker’i) getirme başarısını gösteremedi yargı. Bir kadın yargıç vardı, gıyabımızda Peker’in ifadesi alındı, yasaya uygun olmadığı halde. Ve fikir özgürlüğü sayıldı ifadesi. Daha sonra Peker, kendisinin başına işler gelmeye başlayınca bizlerden özür diledi ama siyasi iktidarın sözcüsü olarak bizi “kanlarımızda duş yapmakla” tehdit eden bir insandı.

Barış Akademisyenlerine yönelik bu atmosferdeEsra (Mungan) da hapse girdi, değil mi?

Evet. Basın açıklamasına hepimiz katıldık ama metni okuyan dört arkadaştan biri olarak Esra da hapse girdi. Tatsız bir deneyim tabii. Kendim girsem o kadar dert etmeyeceğim, “Esra ne de olsa şehir çocuğu, alışık değildir” diye üzülüyordum ama Esra benden daha dirençli çıktı. Cezaevinde travmatize olmadan bir 40 gün yaşadı.

Bekliyor muydunuz olayların hapse girecek bir boyuta varmasını?

Yok, hiçbirimiz beklemiyorduk. Sonuçta bir bildiri çıkarılmış, bildiriye dava açılabilir ama tutuklama beklemiyorduk. Esra’dan sonra birçok arkadaş üniversitelerden uzaklaştırılmaya başlandı. Evleri basılanlar oldu, derken dava aşamasına geldik. Orada son dönemdeki kritik davalara bakan bir yargıç, benim savunmamda geçen “savaş bir halk sağlığı sorunudur” ifadesini ağırlaştırıcı neden saydı. Bu ifadeden dolayı Türk Tabipler Birliği de yargılanıyordu. Dolayısıyla bir buçuk yıllık mahkûmiyet kararı çerçevesi aşıldı ve iki yıl, o dönemdeki ilk en yüksek ceza verildi. Ağırlaştırıcı nedenler arasında, “mahkemedeki davranışları” denen şey de sayıldı. Eğer gömlek giyip kravat takarsanız, hâkim karşısında saygı duruşunda bulunursanız bu hafifletici neden sayılıyor. Ben mahkemedeki savunmamda o günlerde sosyal medyada geçen yargıyla ilgili karikatürü, “hâkimler heyetini tenzih ederim” diyerek anlatmıştım. Karikatür şöyle: Duruşma bitmiş. Sanık sandalyesinde tek başına bekliyor, kürsüde de hâkim bekliyor. Sanık soruyor, “Neden bekliyoruz, ne oldu?” Hâkim cevap veriyor: “Biz de kararı bekliyoruz.” Anlattığım bu karikatüre içerlemişlerdi. Bu da “mahkemedeki kötü davranış” sayıldı. Benden sonra daha ağır cezalar alan arkadaşlar da oldu ve böyle sürüp gitti.

“Literatürdeki ifade suç sayıldı”

“Savaş bir halk sağlığı sorunudur” cümlesi çok büyük bir kıyamet kopardı. Bu cümleyle nasıl bir örgütün ya da bir fikrin propagandası yapılıyor olabilir? Siz neden öyle bir ifadeyi gerekli buldunuz?

Aslında bu bizim ürettiğimiz bir ifade değil, hakikaten halk sağlığı literatüründe böyle geçer. Çünkü halk sağlığında hastalık üreten şey sadece mikroplar, beslenme koşulları vs. değildir. Savaş doğrudan doğruya insanları şak diye yaralar, öldürür. Dolayısıyla o da bir halk sağlığı sorunudur. Sadece kurşunlara hedef olmaktan ibaret değil savaşın neden olduğu yıkım, ekonomik güçlükler gibi çok ciddi, enfeksiyonlarla kıyaslanmayacak boyutlarda bir halk sağlığı sorunu yarattığı meselesi literatürde yazılı, çizili. 40 yıldan beri okutulan bir şeydir bu, yani bizim siyasi slogan diye ortaya attığımız bir şey değil. Ama bunu anlatamadık. Maalesef bu ifade suç sayıldı.

Yargılamalar hâlâ devam ediyor mu?

Hayır. Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla -ki o karar da yediye sekiz, Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın olumlu oyu iki sayıldı- dava kapandı, yoksa mahkûmiyetler onanmış olacaktı.

“İlk defa TTB’yi kapatmaya kalkıyorlar”

Türk Tabipleri Birliği'ne yönelik, iktidarlar değişse bile değişmeyen bir tutum eskiden beri var, ama AKP-MHP iktidarında sürekli olarak hedef alındığını görüyoruz. Şebnem Hoca’yla birlikte yargılandınız, Bahçeli’nin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamaları, sizin şahsınızda TTB’nin hedef alınması… Nedir TTB’yle iktidarların derdi?

Neredeyse kuruluşundan beri, Türk Tabipler Birliği’nin sağlık sorunuyla ilgili görüşü, sağlığın bir piyasa metaı olmaması, bir kamusal hizmet olması gerektiğidir. Sağlık ve eğitim ücretsiz sunulan bir kamusal görev olmalıdır. Özel sağlık alanı tıp etiğine uygun değildir. Yani hekimle hasta arasına para ilişkisi girmemelidir diye bir anlayışımız vardır. Aradan neredeyse yarım asırdan fazla zaman geçtiği halde bu ilke bugün de devam ediyor. Neredeyse bütün iktidarlar buna tepki gösterir. Bir sebep bu. Ama geçmiş iktidarlar TTB’yi bu ilkesinden dolayı kapatmaya kalkmadılar. İlk defa bu iktidar bunu gündeme getirdi. Bu iktidarın bütün meslek örgütlerini arka bahçesi haline getirme çabaları TTB’de, bazı meslek odalarında işlemedi. Bu yüzden böyle sürekli hedef haline getirdiler. Bugün de artarak devam ediyor.

Sizin başkanlığınız AKP iktidarının ikinci dönemine denk geliyor.

2002’de İstanbul Tabip Odası Başkanı olarak göreve başladım. Bizde iki dönemden fazla yapılmaz, ikişer yıldan dört yıl yaptım. O bitince TTB’nin başkanı oldum. Dört yıl da o sürdü. Dolayısıyla 2010’da benim meslek odası yöneticiliğim son buldu. Ama işte bu davada ben sanki hâlâ TTB başkanıymışım gibi muamele gördüm.

Neden?

Hedef tahtasına zaten TTB yöneticisiyken oturtulmuş biri olduğum için. 2008 yılında Ankara’da bir kongreye gittiğimde, kaldığım otel gece yarısı polisler tarafından basıldı. Ben yaka paça emniyete götürüldüm. Ne olduğunu bilmiyoruz. Ortaya çıktı ki, yıllar önce, Kültür Sanat Vakfı’nın yayın organının sahibi olarak görünüyorum. O yayın organı da kapatılmış ama “İçişleri Bakanlığı’na bildirim yapılmamış” gibi bir gerekçeyle beni yıllardır arıyorlarmış. İstanbul Tabipler Odası başkanlığını yürüttüğüm süre boyunca bulamadıkları için(!) Ankara’da bir otelde yakalayıp derdest etmişler. Oysa meslek odası başkanlığına getirildiğim günden itibaren İstanbul Vilayeti ve Emniyeti neredeyse her gün bizi denetledi, sorgudan geçirdi vs. Neyse ki gözaltı uzun sürmedi. Sabaha karşı gidip akşam çıkartıldım. Çünkü kamuoyunda çok tepki oldu. O zamanlar siyasi iktidarın, tabiri caizse ar damarı yırtılmamıştı şimdiki kadar. Dolayısıyla fazla tutmadılar. O dava da kapandı gitti. Tabii olan bitenler akıl dışı bir uygulama olarak tarihteki yerini aldı.

Siz Erdoğan’la görüşmeye giden ilk aydınlar grubu içerisindesiniz. 2005 yılı Ağustos ayındaki o fotoğrafta Adalet Ağaoğlu ve Ali Bayramoğlu da yanınızda. O güne gidelim mi?

Bir bildiri yayınlamıştık o dönemde, Osman Kavala da vardı imzacılar arasında. Kürt meselesinin demokratik, siyasi çözümü konusunda adımlar atılması gerektiğini ve bunun mümkün olduğunu söyleyen, doğrudan doğruya siyasi iktidarı hedef almadan meselenin bütün siyaset alanını ilgilendirdiğini, bunun Türkiye’nin en önemli sorunu olduğunu söyleyen bir bildiriydi. Bir süre sonra bu konuda görüşme talebi, iktidarla yakın teması olan gazeteciler tarafından bize iletildi. Biz de İstanbul’da bir grup olarak bu konuda bir ön çalışma yaptık; neler konuşulmalı, kim konuşmalı gibi. Arkadaşlar beni sözcü olarak seçtiler. Ankara’ya gittik. Başbakanlıkta epey tantanalı bir toplantı oldu. Başbakan ve sanırım önde gelen sekiz bakanının bulunduğu koca bir salona aldılar bizi. Biz de yedi-sekiz kişiyiz. Başbakanlık bizim verdiğimiz listeye birtakım isimler ekledi: Yücel Sayman, Ali Bayramoğlu, Ahmet Hakan…

Yani o liste sizin çıkardığınız bir liste değildi, öyle mi?

Değildi, bizim çıkardığımız listeye Başbakanlık eklemeler yaptı.

Kimler eklendi?

Yücel Sayman, Ahmet Hakan, Ali Bayramoğlu, Oral Çalışlar, Adalet Ağaoğlu. Bunlar bizim metnimize de imza koyan arkadaşlardı. Çünkü o metin sadece solcuların metni değildi, bir konsensüstü. Yani Başbakanlık, mevcut isimlerden eklemeler yaptı.

Görüşmede başka kim vardı?

Osman Kavala, Tayfun Mater, Hakan Tahmaz, Nuray Mert... Hatırladığım kadarıyla böyle bir gruptuk. Ben Başbakan’ın sağına oturtuldum. Gayet medeni bir şekilde biz taleplerimizi sıraladık. “Ne yapabiliriz?” diye sordu Erdoğan, gayet açıklıkla. Ben de, “Bir vesileyle Diyarbakır’ı ziyaret edin, belediye başkanını yerinde ziyaret edin, hatta oradaki üniversitede bir Kürdoloji kürsüsü açma girişiminde bulunun, gayet iyi olur. Bunlar daha önceden yapılmış olsaydı belki bugün bu mesele bu kadar ağırlaşmış olarak karşımıza çıkmayabilirdi” dedim. Çok fazla şey söylemedi. “O enstitüyü açma işi YÖK’e ait, bize ait değil” dedi, hani YÖK istese hemen açılabilirmiş gibi. Nitekim bir süre sonra hakikaten açıldı bu kürsü. Açıldı ama orada çalışanların burunlarından getirildi. Bir süre sonra da ne mezunlarına iş verildi ne de gelişmesi sağlandı. Kürsü heba oldu gitti.

“Osman Kavala istisnai bir kimliktir”

O günkü masada hem Osman Kavala var, hem Erdoğan var. Osman Kavala’nın başına getirilen bu işlerden sonra çokça konuşulan bir fotoğraf karesi aslında. Sizin de yakın arkadaşınız olan Osman Kavala’dan ne isteniyor sizce? Bir de “Kavala’yla Erdoğan yakındı” diye bir iddia var. Siz ne dersiniz?

Osman’ın Anadolu Kültür Merkezi dolayısıyla Başbakan’la görüşmeleri oldu. Osman sermaye çevresinden olmasına rağmen istisnai bir kimliktir; kültürel hizmet vermeye çalışan bu tür insanlar bir ülkede birkaç tane ya olur ya olmaz.

Sorosçu olmakla suçlanıyor ya, oysa Soros’a Osman’dan çok daha fazla hizmet etmiş insanlar bugün iktidarın muteber adamları arasında yer alıyor. Soros’un Türkiye’ye gelmesi konusunda Başbakan’ın bizzat yeşil ışık yaktığı, davet ettiği bilinen bir şey. Yani Osman’a yapılan haksızlıklara gerekçe olsun diye bulunmuş bir şey. Bunu en hak etmeyen insanlardan biri olduğuna inanıyorum ben.

Osman benim, “ben dışarıdayken bu adam nasıl içeride olabilir” duygusunu bütün ağırlığıyla yaşadığım kişilerden biridir. Sadece Osman’ı değil, Selahattin Demirtaş’ı da, partinin kuruluşundan beri içinde olduğum için çok yakından tanıyorum. Duygularını biliyorum, siyasi görüşlerini biliyorum. Ne bu ülkeden kopma diye bir fikri var, ne de bu işlerin şiddetle olmayacağı konusunda bizden farklı bir fikri… Osman ise, aramızdaki yaş farkına rağmen benden daha soğukkanlı davranan bir insandır. Üniversiteyi Batı’da okudu. Bu işlerin tabiri caizse suhuletle, karşılıklı anlayışla çözülebileceği konusunda derin anlayışı ve inancı olan bir insandı. Gezi sürecinde hep temas halindeydik. Gezi’de Osman’ın “finans kaynağı” olduğu ifade edildi. Kitapta da yazdım; birkaç plastik masa, iskemle, biraz sandviç ve yiyecek malzemesi dışında Osman’ın hiçbir katkısı olmadı. Böyle bir katkı zaten kimseden gelmedi. Gezi kendi kendine ayakta durdu. Böyle bir şeye ihtiyaç da yoktu zaten. Gençler çadırlarını alıp gelmiş, biz TTB olarak bir sağlık çadırı kurmuştuk. Oraya ilaçlar hibe edildi, herkes evinden yiyecek getirdi, onlar paylaşıldı… Yani burada finansör aramak akıl dışı.

“Gezi Davası 70 yıldır yaşanan en ağır travmadır”

Bu noktada Gezi Davası’na gelelim isterseniz…

Son 10 yıldan beri siyasi davalar, özellikle Türkiye’de demokrat, ama sol-demokrat kesimler için adeta bir hayat tarzı haline geldi. Bu davaları, duruşmaları takip etmek bir alışkanlık oldu. Zaman zaman arkadaşlarla buluşmak üzere randevu verilir ya, tıpkı onun gibi, “şu duruşmada buluşalım” diyoruz artık. Bunların her biri, sol-demokrat insanlar açısından bir toplumsal travmaydı fakat bugüne kadar, Gezi Davası’nın son duruşmasında yaşadığımız travma kadar ağırını -benim aşağı yukarı 70 yıla dayanan belleğime göre- hatırlamıyorum.

Neden?

Çünkü hiçbir şekilde kanıtlanmış bir suç ortada yokken, Osman Kavala beş yıldan beri içeride. Gezi Davası’ndaki yedi arkadaşın ise her birini kişisel olarak tanıyorum ve Gezi’yle ilişkilerini çok iyi biliyorum. Sadece ben değil, hepimiz biliyoruz. Hepimiz oradaydık. Gezi hepimizin ortaklaşa büyüttüğü, içini döktüğü bir toplumsal talepler toplantısıydı. Sadece İstanbul’da değil, Türkiye’nin her tarafında. Bunu bir komplo olarak değerlendirmek, buradan Osman Kavala’ya ve bu yedi arkadaşa suç yüklemek olacak iş değil. Hakikaten hepimizi allak bullak eden bir durumla karşı karşıyayız. Bu son davada, özellikle karar aşamasında yaşadıklarımıza bakarak şaşırmamak elde değil. Ben iyimser bir insan değilim, birçoğumuz da değil ve iyimser olmak için bir nedenimiz de yok, fakat siyasi iktidarın “artık bu zulüm yeter” düşüncesine ulaşabileceğini, bu yumuşamayı gören kamuoyunun, özellikle dış kamuoyunun da desteğiyle bu işkencenin bitebileceğini düşündük, ki şu sıralarda hükümetin ciddi şekilde dış kamuoyunun desteğine ihtiyacı var. Beraat kararı beklemiyordum ama Osman’a belki kendilerine göre beş-altı yıl gibi “makul” bir ceza, öteki arkadaşlara da daha düşük bir ceza verip, yatılmış süreyi de hesap ederek tahliye olabileceklerini düşünüyordum doğrusu. Dediğim gibi, kahroluyorum. İnsan kötümser olsa da bu ihtimalin artık mantık ve siyaset gereği gerçekleşeceğini düşünüyor, insanlık gereği bu. Artık insani olmayan bir noktaya vardığımız şu aşamada hepimizin tepesine balyoz gibi inen bir kararla yüz yüze geldik. Olacak iş değil. Müthiş bir ihlal. Artık bu terimler yeterli değil. Bir siyasi linç durumuyla karşı karşıyayız.

Bu travmayı yaşayanlar, üstlerinden bu “ölü toprağını” nasıl atacaklar?

Çok zor. Bu travmadan büyük siyasi yanlışlar yapmadan kurtulmak için çok ciddi bir muhakemeye, kolektif düşünüp karar verme sürecine ihtiyacımız var. Gezi Davası kararını ilk duyduğumuzda hepimiz, binlerce insan “biz de oradaydık” diye kendi durumumuzun mahkûm edilen arkadaşlarla aynı olduğunu ileri sürerek, kendimizi ihbar etme eylemi tasarlamıştık. Bu yapılmalı bence. Bu çünkü artık dürüstlüğün gereğidir, insanlık doğuran bir eylemdir. Herkes biliyor ki, Gezi ne hükümete karşı darbe teşebbüsüdür, ne şudur ne budur, sadece ağaç kesme olayıyla başlayan, yaşam tarzına müdahaleye karşı toplumsal, tamamen kendiliğinden gelişen bir gençlik tepkisidir. “Yapmayın, bu kadar üstümüze gelmeyin. Taksim’e, iyi kötü nefes aldığımız bir alana rivayet bir askeri kışla yapmakla ne kazanacaksınız?” sorusuyla başlayan, gelişen, kendiliğinden bir harekettir. Fakat tabii bu hareketin ölçüyü aşan tepkilere yol açmamasını sağlamak, soğukkanlı bir değerlendirme ve eylem projesi ortaya çıkması lazım. Zannediyorum Türkiye’de özellikle sol-demokratlar, bunca yaşam deneyiminden sonra böyle bir eyleme girmez, daha sağduyulu, daha toplumla beraber yürütülen ama mutlaka yapılması gereken tepkileri göstereceklerdir.

Geçen yıl yayınlanan Bir Hayat Üç Dönem: Anılar-Tanıklıklar kitabınızda da yazmıştınız, Açık Radyo üzerinden size ulaşan Osman Kavala son mektubunda “Gençay Hoca’ya söyleyin, bu sefer de tahliye etmezlerse beni bu işlere o soktu diyeceğim” demiş.

Evet. Yıllardan beri Osman’la gerek kültürel faaliyetler, gerekse Türkiye’nin temel sorunlarının çözümü konusunda sivil toplum hareketleri içinde beraberdik. Birçok oluşumun içinde birlikte yer aldık. Bu çerçevede hep temas halindeydik. Ama kısmet Osman’a çıktı. Hakikaten eşi görülmemiş bir haksızlık… Geçmişte de Türkiye’de birçok siyasi mahkûmiyet gördük, çok ağır haksızlıklara tanık olduk, ama bunun eşi benzeri bence olmadı. Beşinci yılı dolmak üzere ve hâlâ doğru dürüst bir suçlama dosyası hazırlanamamış bir insanı bugün hâlâ içeride tutmak akıl alır bir şey değil.

“Çözüm sürecindeki kötümserliğim ne yazık ki haklı çıktı”

Tekrar fotoğrafa dönersek, 2005’ten bugüne baktığınızda, kendi ifadenizle kötümser biri olmanıza rağmen, “bu kadarı da olmaz” diyor musunuz? Yoksa zaten bu kötümser senaryoları düşünmüş müydünüz?

Şaşırmıyorum desem eksik olur. Aslında 2005 yılındaki görüşme sırasında Erdoğan’ın çözüm sürecine yönelik niyetini sezmiştim. Fakat elimde hiçbir delil yok, ne bir söz ne başka bir şey, sadece bir sezgi. Bunu kitapta da yazdım. Toplantının arkasından ben de, kendisi de basına açıklamalarda bulunduk, Erdoğan “Kürt meselesi artık benim meselemdir” dedi. Fakat o toplantının hemen arkasından Diyarbakır’da bir açılışa gidip, beklediği kalabalığı göremeyince, bütün söylediklerini yerle bir eden açıklamalarda bulundu; “tek devlet, tek millet, tek kültür” gibi. O zaman ben, sadece kendi iktidarının bu çözümden ne yarar sağlayacağı hesabını yaparak bu işe girdiğini düşündüm. Ama böyle de olsa madem bu işe soyunacağını ifade etti, bugüne kadar hiçbir siyasi yetkiliden duymadığımız şeyler söyledi, belki ileriye yönelik bir açılımı olabilir diye bir ümit beslemeye başladım.

Aslında o masaya kötümser bir duyguyla oturmuştum. Basın açıklamasında bir gazeteci sordu: “Başbakan’ın bunları samimi olarak söylediğine kefil olur musunuz?” Ben yanımdaki birkaç arkadaşla göz teması kurarak, “mademki bir Başbakan, sekiz bakanı ve 12 sivil toplum örgütü temsilcisi önünde bunu bu kadar açık söyledi, güvenmek ve kefil olmak zorundayım” demiştim. Arkasından malum referandum dönemi geldi. 2013’te de görüşmeler başladı. Ben “kötüye yorumladım ama önemli adımlar atılıyor” diye kendimle hesaplaşmaya başladım. Ama açıkça söyleyeyim, gamlı baykuş kişiliğine sahip olduğum için içimde hep şüphe vardı, bu bir yerde patlayacak diye. Ayrıca o süreçte yöntemin de çok doğru olduğu inancında değildim. Bu işler böyle ikili görüşmelerle, kamuoyuna çok fazla yansımayan, Meclis’ten geçmeyen, yetkilendirilmiş birkaç kişinin kararıyla olmaz, sorun böyle çözülmez diye düşünüyordum. İlk görüşmelerde tabii gizlilik olabilirdi ama çözüm aşamasına gelindiği zaman artık bunun Türkiye’de siyasi arenada açık açık, halkın gözünün önünde tartışılması ve insanların ikna edilmesi lazımdı.

Sizin 2005 sonrasında Erdoğan’la bir temasınız oldu mu?

Evet, iki defa daha oldu. Biri, galiba Dolmabahçe’de bir toplantıda. Ben TTB başkanıyken Erdoğan’ın hastalığıyla ilgili yayınlar yapılmaya başladı, hatta akli durumuyla ilgili, “hekimler rapor vermelidir” denildi. Bunu tıp etiği açısından doğru bulmadığımı TTB başkanı olarak açıklamıştım. Gerçekten bir kamusal sağlık sorunu yaratacak şeyler olduğu zaman bu söylenebilir, ama bazı şikâyetlerden ya da yürüme şeklinden sonuç çıkarıp, geçirdiği ameliyat üzerine spekülasyon yaparak, sağlık meselesini siyasete karıştırmanın doğru olmadığını söylemiştim. Bir toplantıda Erdoğan bana bu tavrımdan dolayı teşekkür etmişti. Sonra tabii her şey kesildi, TTB yargılanmaya başladı.

Siz çözüm süreci zamanında HDP’de aktiftiniz, HDK’nin de kuruluşunda yer aldınız, değil mi?

Tabii, hem kuruluşunda yer aldım hem de iki ya da üç dönem merkez yürütme kurulunda. Parti Meclisi’nde de yine üç dönem çalıştım. Dolmabahçe Mutabakatı’na doğru giderken insanların ümitlenmesine karşılık ben gün sayıyordum, “ne zaman masayı devirecek” diye. Nitekim fazla beklemedik, masayı Erdoğan’ın kendisi devirdi. Yani sonunda maalesef hissettiğim kötümserlik haklı çıktı.

“YAE de yanlıştı, boykot da”

2010 referandumunu boykot ettiniz değil mi?

Evet, boykot ettik. İyi mi ettik? Bence hayır. O zaman “hayır” dememiz daha doğru olurdu diye düşünüyorum. Parti kararıydı, boykot ettik ama geniş bir kitlesel desteğin olmadığı durumlarda boykotun iktidarın lehine çalışacağı besbelliydi. Ama yapamadık onu. Geniş bir boykot kampanyası da açılamadı, dolayısıyla fark bile edilmedi. “Yetmez ama evet” diyen bir grup arkadaş da kendilerine göre birtakım haklı gerekçeler ileri sürüyorlardı: “Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı verilmesini çok önemsiyorum” diyorlardı. Ama ben o sırada bunun Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi için bir baraj olarak kullanılabileceği endişesini taşıyordum. Bunu hukukçu arkadaşlara doğrulattım ve nitekim öyle oldu. Ama bireysel başvurunun davalarda pozitif bir işlem gördüğü de bir gerçek. Bu başvuru sayesinde hükmü iptal edilen insanlardan biriyim ben de.

Yani kitabımda da belirttiğim gibi, “Bu referandumdan evet çıkarsa bu ülke diktatörlüğe gider” diye yazan Tufan Türenç en doğru teşhisi koymuştu. Bence boykot da yanlıştı, “yetmez ama evet” de yanlıştı.

Bu yirmi yıl içinde “Kürt meselesini çözerse bu iktidar çözer” duygusuna hiç kapılmadınız mı?

Hiç kapılmadım. Hatta Leyla Zana’nın, yine işlerin çok kritik olduğu bir dönemde “bu işi çözerse Erdoğan çözer” deyişi yüreğime oturmuştu. Siyasi duruşu bakımından çok da sevdiğim, beğendiğim bir insandır, “Ya bu lafı nasıl söylersin Leyla Hanım” diye içimden geçirdiğimi hatırlıyorum. İnsan sarrafıyım demeyeyim, kendime bu kadar kalite vehmetmiyorum ama sezgisel bir tarafım vardır. Sezinlerim bazı şeyleri; başından beri niyetin iyi olmadığını seziyordum. Bir de işin içine siyasi İslam’ın kullanılması girdikten sonra “iflah olmaz” şeklindeki kanaatim kesinleşti. Bugün de öyle düşünüyorum. Din kullanılarak siyaset yapıldığında ne bir aydınlanma olabilir ne de hakikaten toplumsal dönüşümün çarkları çalışabilir.

“Hukukun bugünkü kadar çiğnendiğine tanık olmadım”

Sizin sıkıyönetim kanunuyla kamudan uzaklaştırıldığınız dönemde, adı konmuş bir darbe vardı. Şimdiyse bambaşka koşullarda yaşanıyor. Bir kıyaslama yapmanız gerekirse farklar ve benzerlikler açısından neler söyleyebilirsiniz?

Ben askerî darbeler dönemi dâhil, hiçbir dönemde hukukun, insan haklarının bu kadar çiğnendiğine tanık olmadım. Bunu çok açık, çok net şekilde söyleyebilirim. Ben 1960 öncesi döneme de tanıklık etmiş biriyim. 1950’li yıllarda da pekâlâ aklım başımdaydı, hatta 1950-60 arasında öğrenci hareketi içinde yer almış bir insanım. Menderes’in üniversiteleri hedef aldığı, akademisyenlere “kara cüppeliler” dediği dönemi yaşadım. Ama hayır, bugün yaşanan başka bir resim, başka bir rejim. Toplumu siyasi amaçla dönüştürüp bir İslam devleti haline getiren, üstelik de seçimle değişen bir mekanizmanın ötesinde, baskıcı bir rejim inşa eden bir yönetim tarzının, adım adım gözlerimizin önünde örüldüğünü, inşa edildiğini gördüm. Askerî darbeler döneminde, hiç olmazsa geçici olduğunu bilirdik bunların. Yani Türkiye’nin böyle bir kötü alışkanlığı vardı, on yılda bir askerî darbe olurdu işler karışınca. Bir süre için de koşullar ağırlaşırdı. Ama belli bir süre içinde çekip giderler, sivil yönetime devrederlerdi. Yani seçimi bile dine alet eden, tarikatlar üzerinden toplumsal dönüşümü kendi lehine çeviren bir durum ilk defa bu iktidar döneminde bu kadar açık seçik yaşandı.

Son dönemde yükselen sağlıkta şiddet konusunda ne düşünüyorsunuz?

Siyasi iktidarlarla hekim örgütleri hiçbir zaman barışık olmadı. Ama son zamanlarda, özellikle son 10 yıl içinde hekimlere ve sağlıkçılara yönelik şiddette inkâr edilmez bir artış var. Neredeyse kadına yönelik şiddetle paralel bir şekilde yükseliyor. Bunun sosyolojik nedenleri vardır tabii, ama bana göre önemli nedenlerinden bir tanesi popüler tıp kültürü. Teknolojinin hızla Türkiye’ye girmesiyle birlikte görüntüleme yöntemleri, komplike ameliyatlar gelişti ve “tıp her şeyin üstesinden gelebilir, yeter ki maddi gücüm olsun, uzmanını bulur, o hastanelere yatarım” anlayışı çıktı. Bir taraftan abartılmış bir tıp inancı var, diğer taraftan bunu hiç kale almayan tıp karşıtı bir kesim var, tabii onlar bile ciddi hastalıklarında hekime gitmeyi ihmal etmezler.

İktidarın kendilerine bu imkânı verdiğini düşünen kesimlerin, “benim param yok ama arkamda iktidar var, hekim mecbur bana bakmaya” şeklindeki düşüncesiyle birlikte yükselen bir şiddet oldu. Hekim eğer hastasını tedavi edememişse ya da hastayı kaybetmişse, bu mutlaka ya ihmaldendir ya da kastidir diye düşünmeye başladı insanlar. Bunda siyasi iktidarın yaptığı açıklamaların ve yaklaşımın da etkisi oldu.

“Bu rejimin devam etmesi uzak ihtimal değil”

Şu ana kadar çok kötü bir tablodan söz ettik. Sizce nasıl çıkılır buradan?

Ümit yine toplumsal tepkilerde. Kötü senaryoların bir faydası yok. Ümitsiz yaşanmaz. Bu memlekette iyi kötü 75, hatta 100 yıllık bir parlamenter deneyim var. Bunlar boşa gitmiş olamaz diye ümit etmek istiyorum. Seçimlerde, her şeye rağmen bu halkın zaman zaman da olsa sağduyulu davranıp inisiyatif kullanabildiğini gördük. İstanbul seçimleri gibi, Gezi olayları gibi. Gereğinde toplumsal tepki de örgütleyebildiğini gördük. Dolayısıyla “çıkmamış candan ümit kesilmez” derler ya, onun gibi. Çok zayıf bir ifade ama hâlâ bir ümit var. Ama gerçekçi düşünürsek… Mesela Macaristan seçimlerini görüyoruz. Benzer otoriter siyasi rejimlerin dünyada gittikçe arttığını ve bambaşka bir küresel baskı rejiminin etkinlik kazandığını maalesef görüyoruz. Bunlar arasındaki irtibat da tüyler ürpertici. Putin’le Erdoğan telefon açıp karşılıklı konuşabiliyorlar. Macaristan diktatörünün en çok itibar ettiği insanlardan biri Erdoğan. Dolayısıyla, şu yaşadığımız günlerde, uluslararası “itibar” adına biraz ekonomik rahatlama sağlarsa -ki bu hiç de ufak bir ihtimal değildir- bu seçim kaybedilebilir. Yani gamlı baykuş tarafım konuşursa, bir beş yıl daha bu rejimi yaşama ihtimali hiç de uzak ihtimal değil bence.

“Umudu elden bırakmamak lazım”

Biraz kişisel hayatınızı sorayım. Esra Hanım’la nasıl tanıştınız, bu kadar yoğun bir hayat temposu içinde ilk karşılaşmanız, tanışmanız nasıl oldu?

Bu evde. Esra Amerika’dan yeni gelmiş bir akademisyen olarak bir alttaki dairede oturuyordu. Ailesi, o sıralarda yaşını başını almış saygın bir hekim olarak bana teslim etmişlerdi kızlarını, “aman göz kulak olun hocam” diye. Böyle başladı yani.

Kaç yıllık beraberlik?

17 yılı geçti. Geç evlendik gerçi. Nikâhımıza da sevgili Aydın Engin’le Oya Baydar tanıklık etmiştir. Marmara Adası’na maceralı bir yolculukla gidip, orada nikâhlandık, biraz da aile baskısıyla.

Çocuğunuz var mı?

İkinci evliliğimden bir çocuğum var, Kerem. Norveç’te yaşıyor. Covid salgınına kadar arada gelirdi, sonra imkân olmadı. Artık yavaş yavaş görüşmeye başlayacağız. Kerem Türkçeyi unuttu tabii, zaten beş yaşından beri orada. Annesi Norveçli. Kerem de Türkiye’ye adapte olamadı. Dil sorununu kolay çözemedi. Annesiyle Norveççe konuştu. Dolayısıyla dil konusu benim başarısızlıklarımdan biridir. Oğluma doğru dürüst Türkçe öğretemedim.

Şimdiye kadar konuştuklarımızdan sonra yine de sormak isterim; sizi heyecanlandıran, iyi ki olmuş dedirten olaylar var mı?

Biraz çelişik gibi gözüküyor ama 1960 askerî darbesinden sonra bir dönem “Türkiye’ye gerçekten demokrasi geliyor, insan hakları geliyor, TİP’le beraber emeğin özgürleştiği bir dönem yaşayacağız” demiştim. Neredeyse bir yedi-sekiz yıl hakikaten o heyecanı yaşadım, “15 milletvekiliyle meclise giren İşçi Partisi Türkiye'yi dönüştürecek” inancındaydım. Daha sonraki dönemde bu inanç iniş çıkışlarla sürdü ama esas olarak Gezi olayları sırasında “hadi bakalım, kıpırdanma oluyor” duygusuna kapıldım. Ama itiraf edeyim, buradan bir siyasi çıkış olabileceği sonucuna ulaşmadım. Bu biraz benim mesleki deformasyonumdur. Çünkü olasılıklar bakımından hekimlik en kötü ihtimali düşünmeyi ve ona göre tedbir almayı gerektirir. Hastayı “iyileşebilir” ümidiyle bırakamazsınız. Dolayısıyla en kötü ihtimal ön planda tutulur. Siyasi olaylarda da öyle bir alışkanlık edindim galiba. Bugün de, ekonomik krize rağmen, demokrasiyi yerle bir eden, adaletsizliğin artık tahammül edilemez düzeylere vardığı dönemde bile hâlâ yüzde 30 civarında bir iktidar desteği var. Bu desteğin eriyip gideceğine ikna olabilmiş değilim. Umut ediyorum ki, İstanbul seçimleri gibi, hepimizi yeniden umutlandıran sessiz bir halk ayaklanması bu dönemde de nasip olur ve Türkiye makûs kaderini değiştirmiş olur. Bütün bu kötümserliğe rağmen Türkiye hâlâ demokrasi ve insan hakları konusunda duyarlı, kararlı bir gençlik kesimine sahiptir. Gezi örneğiyle de görüldüğü gibi, öyle kolay kolay sindirilecek bir gençlik değildir. Hâlâ umutları diri tutmaktan yanayım, deyip bitiriyorum.

Kitaptaki gibi bitiriyorsunuz o zaman: “Hayata teşekkürler…”

Hayata hakikaten teşekkür ediyorum. Osman’ın çok iyi ifade ettiği gibi, “hayat hakikaten yaşanması gereken ve yaşamaya değer bir deneyimdir aslında.” Bu şansı elde etmiş olan herkesin umudu elden bırakmaması lazım. Hele bu ülkede. Bir gayret daha gösterebilirsek, bunları, bu düşünceleri halka mal edebilirsek bu işin de üstesinden geliriz diye düşünüyorum... Umut ediyorum daha doğrusu.