Onu direnen herkesin yanında görebilirsiniz. Cumartesi Anneleri’nden Gezi direnişçilerine, KHK’lıların protestosundan işçi grevlerine, 1 Mayıs’tan 21 Mart Newroz’una, öğrencilerin hak mücadelesinden LGBTİ+ yürüyüşüne kadar hep ezilenin, ötekileştirilenin yanındadır. Hayatta olduğu gibi Meclis’te de sakin ifadesi ve saygılı konuşmasıyla “düşmanında” dahi saygı uyandırır.
Garo Paylan, tam yedi senedir verdiği kanun teklifinden dolayı nedense bu sene hedef gösterildi, linçe maruz bırakıldı. Buna rağmen ne kimseye kızgın ne de kişisel bir korkusu var, sadece ülkesi için kaygılı…
Söyleşi: Ayşegül Doğan
“Suçun adını doğru koymak önemli”
Son günlerde sizi gündemde tutan, çok konuşulan konudan başlayalım. Yedi yıldır verdiğiniz ama bu sene hedef gösterilmenize kadar varan bir kanun teklifi…
Evet. Ben yedi yıldır milletvekiliyim ve yedi yıldır Ermeni Soykırımı’nın TBMM tarafından tanınması için kanun teklifi ve araştırma önergeleri veriyorum. Neden? Çünkü Türkiye’de bu meselenin konuşulmasından ciddi bir rahatsızlık var. Ben de bu rahatsızlığı duyan Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarından birisiyim. Ermeni halkı bu topraklarda büyük bir felaket yaşadı ve 107 yıldır adalet arıyor. Bu adaleti Türkiye’de bulamadığı için Amerikan Kongresi, Fransız Parlamentosu, Arjantin Meclisi gibi dünyanın birçok parlamentosunda aradı ve başvurduğu parlamentolar Ermeni halkına karşı yapılan soykırımı tanıdı. Ama ben hâlâ yaramızın açık olduğunu düşünüyorum, bizim yaramızı iyileştirebilecek tek bir parlamento var dünyada, o da TBMM. Çünkü bu büyük suç, Büyük Felaket Türkiye’de gerçekleşti ve adalet de ancak Türkiye’de bulunabilir inancındayım. Bu açıdan ben Meclis’e “Gelin bu meseleyi konuşalım” diyorum, “bunun adını koyalım, faillerini belirleyelim, adaleti sağlayalım.” Eğer burada bunu yapabilirsek, başka ülke parlamentolarının ne dediğinin hiçbir önemi kalmayacak.
Adını koymaktan kastınız nedir? Verilen ad neden bu kadar önemli?
Şöyle düşünelim: Herhangi birinin ailesinden biri bir cinayete maruz kalsa, katilinin yakalanmasını ister. Bu, suçun adının konmasıdır; kaza değil, yanlışlık değil, cinayet. Suçlu, suça verilen adla yargı önüne çıkar. Şimdi bizim meselemize gelelim. Bu topraklarda 107 yıl önce yaşayan her beş kişiden birisi Ermeni’ydi. Bugün ise ülkedeki bütün Ermenileri toplasanız bir futbol stadyumunu dolduramıyor. Çünkü yok edilmişiz. İşte biz bu yokluğun adının konmasını istiyoruz. Biz nasıl yok olduk? Kim yok etti bizi? Faili kim? Bu suçun adı ne? Benim babaannem bu suça “Büyük Felaket” derdi, Ermenicesi “Meds Yeghern.” Ona soru sorduğumda genellikle cevap vermez, hüzünlenir, sadece “O günler gitsin, bir daha gelmesin” derdi.
“Sessizliğe mahkûm edildik”
Hani bunun sebebi olarak isyanı ya da yabancı güçlerle işbirliğini gösteriyorlar ya, mesela Malatya’da veya Van’da herhangi bir isyan olmadığını tarihçiler çok iyi bilir. Buralarda binlerce yıldır Ermeniler yaşamış; zanaatçısı, çiftçisi, işçisi, eşrafı, esnafı… Öyle ki her üç kişiden birisi Ermeni’ymiş. 1915’te çıkarılan Tehcir Kanunu’yla önce gecenin bir vakti evi basmış zaptiyeler, erkekleri götürmüşler. İki gün sonra haber gelmiş, topladıkları bütün erkekleri şehrin hemen dışında katletmişler. Abileri, amcaları, babası, tüm erkek kuzenleri… Yaşanan büyük bir yıkım. Geriye kadınlar, çocuklar ve birkaç yaşlı erkek kalmış. Bir süre sonra haber geliyor ki, sürgün kararı çıkmış Meclis’ten. “Sizi göndereceğiz buradan” diyorlar. Kimse nereye gideceğini bilmiyor. Babaannem Siranuş’u ve adaşım olan abisi Garabet’i annesi komşusuna emanet ediyor. Küçük çocuklarını da vermek istiyor ama komşusu onları kabul etmiyor, “çok küçük, bakamam” diyor. Babaannem yedi yaşında, abisi sekiz yaşında, komşu Hüseyin amcaya emanet ediliyor. Hüseyin amca canı pahasına bu emaneti kabul ediyor, çünkü Ermeni saklayanın evinin önünde asılacağına dair bir ferman çıkmış. Babaannemin annesi ve kardeşleri gidiyorlar, gidiş o gidiş. Göç yollarında çoğu katlediliyor, tecavüze uğruyor, canına kıyıyor, yani giden geri gelmiyor.
İşte bu, sadece babaannemin değil, aşağı yukarı bütün Ermenilerin hikâyesi. Şimdi biz bu yokluğun, bu suçun 107 yıldır adını koymaya çalışıyoruz. Bize diyorlar ki “savaş şartları böyleydi, kıyım karşılıklı.” Öyleyse babaannemin hasmı kimdi? Yok. Babaannem Osmanlı vatandaşıydı, binlerce yıldır yaşadığı ülkenin vatandaşıydı. Ama ailesi yok edildi. Bir yetim olarak kaldı ve 80 yıl boyunca bir sessizliğe mahkûm edildi.
Sayın Erdoğan bize yıllardır taziyede bulunuyor; bunu önemsemiyor değilim ama başımıza gelen doğal bir felaket olsaydı, mesela bir deprem sonucu Ermeni halkı yok olmuş olsaydı bu taziye çok kıymetli olurdu. Oysa biz bir devlet kararı sonucu bu topraklardan sürüldük, bu kararı dönemin cuntası Talat-Enver-Cemal Paşa, yani İttihat Terakki hükümeti aldı. Biz 107 yıldır bu suçun adını koyabilmiş değiliz. Eğer bu suçun adı, 1915’ten sonra konabilseydi, faillerine “katil” denebilseydi büyüklerimizin ruhları şad olacaktı. Ama bu suçun adı konmadı, faillerine “suçlu” denmedi, o yüzden 107 yıldır bizim yaramız kanıyor, biz yas tutmaya geçemedik. Çünkü bir suçun failini ortaya koymadan, adaleti sağlayamadan kimse yas durumuna geçemez. Özellikle bu kitlesel bir suçsa.
Benim babaannem adalet bulamadan, 80 yıl sonra dünyadan göçtü. İkinci kuşak babam da bu dünyada adalet bulamadan göçtü. Ben üçüncü kuşak bir Ermeni olarak bu suçun adaletini TBMM’de arıyorum. Ama başıma gelenleri görüyorsunuz.
“Değişen ben değilim, Türkiye”
Sizce neden yedi yıldır verilen önerge şimdi gündem oldu?
Ben Meclis’e girdiğimden beri “Ermeni Soykırımı’nın Adaletinin Bulunması, Faillerinin Ortaya Çıkarılması İçin Araştırma Önergesi” verdim. Tam yedi yıl boyunca. Aynı taleple, aynı isimle. Araştırma önergesi, bir konuyu araştırmak, ne olduğunu ve failini ortaya koymak için verilir. “Gelin araştıralım” demektir yani. “Yok, biz araştırmayız” diyorlar. Araştırma önergesi de, kanun teklifi de veremezsin diyorlar ve yedinci yılda da bunu “ihanet” olarak adlandırıyorlar.
Peki neden? Çünkü Türkiye değişti. Değişen ben değilim. Ben 50 yaşındayım, hayatımın ilk 25 yılında sessizliğe mahkûm edildim. Ailem “Aman oğlum, bu meseleyle ilgili konuşma” derdi. Çünkü başıma iş gelmesinden korkuyorlardı. İsimlerimiz bile gizlendi. Ama sonra Hrant Dink çıktı ve bu meseleyi anlatmaya başladı. Ülkede demokratikleşme yönünde bazı adımlar vardı. Gerek Kürt meselesi, gerekse Ermeni meselesi tabu olmaktan çıkıyor, geçmişle yüzleşme konusunda bir alan açılıyordu. Şimdi diyorlar ki, “Evet, o alan açıldı, siz de konuştunuz. Taksim Meydanı’nda anmalar yaptınız, paneller, konferanslar düzenlediniz, kitaplar yazıldı ama artık o alanı kapattık.” İşte neden bu. Türkiye eskiye dönüyor. Tıpkı babaannemi, babamı sessizliğe mahkûm ettiği gibi yeniden “Sessiz kalacaksınız” diyor, “bu mesele konuşulmayacak.”
Hatta bundan daha öteye gidiyorlar; “Yaptık, yine yaparız” diyorlar. MHP Genel Başkanı’nın yaptığı açıklama aynen bu: “Tehcir kararı sonuna kadar haklıydı, bugün olsa yine yapardık.” Ve beni temel olarak kaygılandıran konu bu. Hemen belirteyim, kesinlikle kişisel bir kaygı değil bu; bu ülke yeniden 1914 iklimine dönüyor diye kaygılanıyorum. Dönemin cuntası tam bir istibdat kurmuştu. Ermenileri “öteki” ilan etmişti ve ilk fırsatta, önce aydınlarını, öncülerini, siyasetçilerini tutuklamakla başlayarak Ermeni halkını sürdü, yok etti. Şimdi yeniden benzer bir iklimde yaşıyoruz; benzer, çünkü cezasız kalan her suç tekrarlar. Buna eminim. Geçmiş suçların cezasız kalmaması, onlarla yüzleşilmesi herkesin güvencesidir. Yüzleşme yalnızca Ermeni halkı için önemli değil ayrıca, biz bir avucuz zaten. Hrant’ın dediği gibi güvercin tedirginliğinde yaşıyoruz ırkçı iklimlerde. Susmamı söyleyenler var, ama ben susmanın güvenli bir şey olduğunu düşünmüyorum.
Meclis’teki tek Ermeni milletvekili olarak nasıl hissediyorsunuz?
Yedi yıl önce çok romantik duygularla milletvekili oldum. HDP’nin kurucularından birisiyim ve gerçekten çoğulcu bir demokrasi kurabileceğimiz hayallerini kuruyordum. Bunun en önemli ayakları Kürt meselesinin demokratik çözümü, Ermeni meselesiyle yüzleşme ve Alevilerin eşit yurttaşlık talepleriydi. Bütün bu talepleri Meclis’e taşıyacaktık ama 2015 Haziran’ından sonra bir sertlik dönemine girildi. Konuşulabilir her şeyin artık konuşulamaz olduğu, demokratik alanın daraldığı bir döneme girdik ve yedi yıldır baskı dönemi yaşıyoruz. Ben bugüne kadar Meclis’te 500 konuşma yaptıysam 498 tanesi işçi hakları, emekli hakları, yoksulluk, kadınların ve gençlerin sorunları, demokrasi, ekonomideki adaletsizlikler üzerinedir. Ancak iki-üç tane konuşma Ermeni meselesiyle ilgilidir. Buna rağmen bana bir Ermeni olarak baktıklarını biliyorum. Başka arkadaşların yaptığı çeşitli konuşmalara bir tepki söz konusu olmazken, ırkçı faşistler benim konuşmalarıma anında tepkiler verebiliyorlar ama yine de tam bir ayrımcılığa uğradığımı söyleyemem. Çünkü ben partinin genel başkan yardımcısıyım, Plan Bütçe Komisyonu’nun sözcüsüyüm. Partimin en çok konuşan milletvekillerinden birisiyim, Meclis’te en çok önerge veren, en aktif milletvekillerinden birisiyim. Bu açıdan yalnızca Ermeni olarak görülmek de istemiyorum. Çünkü yalnızca kimliğine hapsolmak bir hastalıktır, ben bu hastalıktan çıkmak istedim.
“Meral Akşener işaret fişeğini attı”
Ben bir ekonomistim, bir insan hakları savunucusuyum, bir ekolojistim. Bütün bu konularla ilgili önergeler verdim, yasama faaliyetleri yaptım, yani yalnızca Ermeni meselesine hapsolmadım. Ama bir 24 Nisan’da, yani yılda bir kez, Büyük Felaket’in yıldönümünde bir önerge vermeme dahi bu Meclis tahammül edemedi. Altı yıl boyunca hiçbir şey olmadı, yalnızca geçtiğimiz yıl Ümit Özdağ’ın bir çıkışı vardı ama o da bir faşist olarak yaftalandı ve kimse peşine takılmadı. Ama bu yıl birisi düğmeye bastı - ki o Meral Akşener’di. Ben cuma günü önergeyi verdim, 24 saat hiç kimsenin sesi çıkmadı. Cumartesi akşamı saat 19:00’da Meral Akşener bir tweetle işaret fişeğini attı, iktidar da o işaret fişeğinin peşine takıldı ve ırkçı koro bağırmaya başladı. Bir linç yarışına girdiler. Uğruna mücadele ettiğim her şey “vatan hainliği” olarak adlandırıldı. Bence vatana en büyük ihanet ülkenin toplumsal barışına kastetmektir; bu ülkenin çok kimlikli, çok kültürlü, çok inançlı bir halklar topluluğu olduğunu unutmaktır. Ötekinin yarasına dokunamamaktır, ötekinin yarasını acıtmaktır, kanatmaktır.
Ben dünyanın her yerini gördüm ama hep bu ülkede yaşamayı tercih ettim, çünkü bu toprakları seviyorum. Ben bu toprakların insanıyım, buraya aitim. Her zaman da öyle hissettim. Bu toprakların iyiliğini isteyen bir insan barışı ister. Barış da ancak adaletle mümkündür. Her ulus-devletin tarihinde olduğu gibi bizde de uluslaşma sürecinde büyük acılar yaşandı. İtalya’da, Almanya’da, İspanya’da pek çok acılar yaşandı ama o ülkeler uluslaşma sürecinde yaşanan acılarla yüzleştiler. O dönemde acıttıkları, üzdükleri, yıktıkları halklardan özür dilediler. Adaleti sağladılar ve nispeten demokratik ülkeler oldular. Bizse uluslaşma sürecinde yıktığımız, kırdığımız halklardan özür dilemeyi bırakın, “yaptık, yine yaparız” diyoruz.
“Kahramanlarınız kimse siyasetiniz odur”
1915 yılında Talat-Enver-Cemal cuntası (hani AKP darbelere çok karşı ya), ilk darbeci cunta olarak bu ülkede meşru hükümeti devirdiler, yönetimi ele aldılar ve aldıkları kararlarla ülkede bir yıkıma yol açtılar. Yalnızca Ermeni halkının değil, bütün Anadolu halklarının yıkımına yol açtılar. Sonuçta 1918 yılında Alman denizaltısına binip kaçtılar. Şimdi bu insanları “kahraman” olarak görenler bilmiyor mu, kahramanlarınız kimse siyasetiniz odur, o siyasete sahip çıkıyorsunuz demektir. Aynı zamanda o dönemin mağdurlarına, ötekilere, şunu hatırlatırsınız: “Talat Paşa bizim kahramanımızdır. Onların isimlerini okullara, caddelere, bulvarlara veririz.” Yani mağdur değil zalimden tarafa olduğunuzu ilan ediyorsunuz. Düşünebiliyor musunuz, bugün Almanya’da Hitler Caddesi, Goebbels Meydanı, Göring Okulu olsaydı, nasıl bir Almanya olurdu? Almanya’nın aynı Nazi zihniyetini sürdürdüğü düşünülürdü değil mi? Türkiye de maalesef Talat Paşa okullarıyla, Enver Paşa caddeleriyle mağdurlara aynı iklimi yaşatıyor. Bence en büyük sorunumuz bu.
Bu kanun teklifinde böyle bir talep de var mı?
Var tabii ki. Ama soykırım kelimesini kullandığınız anda ikinci cümleye geçemiyorsunuz. Evet, ben yaşadığımız Büyük Felaket’i, sonuçları itibarıyla soykırım olarak tanımlıyorum. Çünkü insanlık yazmış; bir toplumsal kesim yalnızca kimliğinden dolayı, bırakın öldürülmeyi, alıp bir yerden bir yere götürülürse bile bu soykırımdır. Kökünden sökülürse… Biz kökümüzden sökülmüşüz, soyumuz kırılmış, çoğunluğumuz katledilmiş ya göç yollarında ya şehirlerin dışında. Kimlik yok edilmiş, kültür yok edilmiş, mabetler yok edilmiş, kiliselerimiz yok edilmiş. Ve bu soykırım tanımını bütün unsurlarıyla karşılıyor. Ben bu suçun faillerine diyorum ki, Talat Paşa okullarında, meydanlarında buluşmak yerine, bu toplumsal fayları belirleyelim. Yalnızca bu üç kişi değil, başka isimler de var, bunları kaldıralım. Yerine hangi isimleri verelim? Dönemin, sürgün kararına karşı çıkan kamu görevlileri var. Mesela Kütahya Ermenilerinin hayatı, Kütahya Valisi Ali Faik Bey sayesinde kurtuldu. Ali Faik Bey, “Bu kanun bir olay varsa yürürlüğe konmasını emrediyor, Kütahya’da herhangi bir olay yok, benim yurttaşım olan Ermenilerle herhangi bir sorunum yok, ben sürgün kararını uygulamayacağım” dedi. Talat Paşa pek çok telgraf çekti, Ali Faik Bey’i tehdit etti, ama vali görevden alınması, hatta canı pahasına Ermenileri korudu. Yine Konya ve Kastamonu valileri, Ermenileri sürmeyi reddettiler ve görevden alındılar. Yerlerine başka vali atandı ve Ermeniler sürüldü. Lice Kaymakamı da Ermenileri sürmeyi reddedince Diyarbakır Valisi kendisini Diyarbakır’a çağırdı ve yol üzerinde çetelere katlettirdi. İşte Talat, Enver ve Cemal Paşaların yerine Kütahya Valisi Ali Faik Bey’in ismi orada olsun, Konya Valisi Celal Bey’in ismi orada olsun. Böylece şunu gösterebiliriz: Biz bu sürgün kararını uygulayanlardan değil, canları pahasına bu sürgün kararına karşı çıkanlardan yanayız. Aslında bu Ermeni halkına verilebilecek en büyük özürdür, en büyük üzüntü beyanıdır.
Schindler’in Listesi filmini pek çok kişi izlemiştir. Schindler de bir Nazi subayıydı. Ama buna rağmen soykırıma götürülmek istenen binlerce Yahudi’yi kurtardı. Almanya bu filmde anlatılanı kutsuyor, Hitler’i değil. Özür budur.
Sormaya hakkımız var: Ne değişecek?”
Kendini solda tanımlayan bazı kişiler bile, “Şimdi zamanı mıydı?” dediler önergeniz için. Siz Meral Akşener’den bu tavrı ve ardından gelen linçi bekliyor muydunuz?
“Zamanı mı?” diyenler muhalefet olarak yalnızca Erdoğan’ı değiştirmeye odaklanmayı savunuyorlar, geri kalan hiçbir şeye bakmayalım! Meral Akşener Kürt meselesine çözüm önermesin, Ermeni sorunuyla yüzleşme önermesin, bunları yok sayalım! Oysa bugün bizim hikâyemize benzer bir durum var. Abdülhamit zalim bir sultandı, gerçekten istibdat kurmuştu. O dönemki muhalefetin de tek bir derdi vardı, Abdülhamit’i devirmek. Yani bugünkü Meral Akşener gibi, CHP gibi - ki İttihat Terakki Partisi CHP’nin öncülüdür.
Meral Akşener bir grup konuşmasında “Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet” demişti...
Evet, İttihat ve Terakki’nin sloganını attı. O dönemde İttihat ve Terakki’yle beraber Ermeni partileri de benzer sloganlar atıyorlardı. Çünkü onlar da tek bir şeye odaklanmış ve İttihat ve Terakki’nin milliyetçiliğini yok saymışlardı. Oysa İttihat ve Terakki’nin ideolojisi tekçi, Türkçü bir ideolojiydi. Çoğulcu bir demokrasi iddiası yoktu. Ama bu diğer halklar tarafından gözden kaçırıldı. Abdülhamit bir şekilde görevden düşürüldü. İttihat ve Terakki iktidarı ele geçirdikten hemen sonra Ermeni halkına baskı ve zulüm devam etti. Bu açıdan baktığımızda meselemiz yalnızca Erdoğan’ı değiştirmek olmamalı, ülkeyi demokrasiye taşımak olmalı. Ama Meral Akşener, Meclis’e, Ermeni halkının Büyük Felaket’iyle ilgili bir önerge verilmesini bir işaret fişeğiyle linç ettireceğini düşünüyorsa, Kürt meselesinde kırk yıldır süren şiddet sarmalını destekliyorsa veya CHP savaş politikalarını sonuna kadar destekliyorsa bizim de şunu sorma hakkımız var: Ne değişecek? Abdülhamit değişti, bir şey değişmedi. Şimdi Tayyip Erdoğan değişirse ne değişeceğinin cevabını ortaya koymamız gerekiyor. Maalesef bu cevaptan çok uzağız.
Aşırı sağ, ırkçı politikaların, ırkçılığın panzehiri demokrasidir; onun içinde de geçmişle yüzleşme vardır. Ben diyorum ki, “Sayın Meral Akşener, ben Ermeni Soykırımı diyorum, siz ne diyorsunuz yaşadıklarımıza? Sayın Bahçeli gibi mi bakıyorsunuz? ‘Yaptık, yine yaparız’ mı diyorsunuz? Kürt meselesinin çözümüyle ilgili öneriniz nedir? Ne değişecek? Tamam, Erdoğan kötü. Geçmişte Kürt meselesinde çözüm iradesi koydu ama o iradeden uzaklaştı, MHP’ye yedeklendi. Peki, muhalefet gelirse ne değişecek, diye soruyor vekili olduğum Diyarbakır halkı. Ne diyorsunuz?” Ben bu sorunun cevabını bilmiyorum. Evet, her şeye rağmen tek adam rejiminden kurtulmalıyız ama gerçekten demokrasi istiyorsak, bütün toplumsal kesimlere karşı demokrasi vadedecek bir program etrafında buluşmalıyız.
“Bu suçu halk değil devlet işledi”
Irkçı önyargıların bir örneğini de Meclis’te gördüğünüzü söylediniz, bu önyargılar nasıl kırılabilir?
Rakel Dink’in söylediği çok önemli ve tarihi bir cümle var: “Bebeklerden katil yaratan karanlık.” Hiçbir önyargısı olmayan çocuklara, “Ermeni haindir, ötekidir” diye anlatılıyor. Gerçek anlamda objektif bir hafızayı anlatmıyoruz çocuklarımıza, yüzyıllardır bir arada yaşadığımızı anlatmıyoruz. Çocuklar, eşitlik taleplerinin şiddetle, baskıyla bastırıldığını görüyor ve bunun gerekçesi olarak da bir nefret söylemi yaygınlaştırılıyor. Bu nefret ikliminde insanların birbirine önyargıları olması çok doğal. Meclis’te bu tip ırkçı milletvekillerine bakıyorum; mesela Tokat vekili… Yalnızca 100 yıl önceye kadar Tokat’ın dörtte biri Ermeni’ydi, dörtte biri Rum ve Yahudi’ydi, yani yarıya yakını gayrimüslim dediğiniz halklardı. Bugün yoklar. Siz bu yokluğu nasıl anlatıyorsunuz? Aynı şekilde Kayseri’nin, Sivas’ın, Erzurum’un yarısı Ermeni’ydi. Diyorlar ki, “Çünkü Ermeniler Müslümanları öldürdüler.” Bu gerçek olmadığı gibi tarihsel bağlamı da yok. Çünkü 1915’te Ermeniler sürülmüş, sonra 1920-21’de Doğu’da bazı intikam hareketleri olmuş, 1914 soykırımından kurtulan bazı Ermeniler Rus ordusuna katılmış ve evet, bir bölüm Müslüman’ı katletmişler. Ama sonuç olarak burada sorumlu kim? Orduya katılanlar mı, bütün bir halk mı? Daha ötesi, savaş ve kırımlardan sorumlu olan devletlerdir. Ben de burada sorumlu olarak, vatandaşı olduğum devleti sorumlu tutuyorum, asla Türkleri sorumlu tutmuyorum. “Türklere hakaret ediyorsun” diyenleri de bu anlamda kesinlikle reddederim, bunu zül sayarım. Tam tersine, ne zaman “Türkler soykırım yaptı” cümlesini duysam karşı çıkıyorum. Çünkü bu suçu bir devlet işledi, bir zihniyet işledi, bir cunta işledi. Bugün Nazilerin suçunu bütün Almanlara yükleyemezsiniz ama herkes inkâr suçuna ortak olursa, o zaman bunu söylerler.
Ben diyorum ki, “Gelin, bu inkâr suçundan vazgeçin.” Adalet herkesi iyileştirir. Bence Ermeni halkı adaletsizlikten, Türkiye toplumu da inkârdan dolayı hastalanmış toplumlar. O açıdan bu yüzleşme çok önemli, sadece biz Ermeniler için değil 84 milyon için önemli. Bu yüzleşmeyi sağlayamadığımız sürece 84 milyon insan bu ırkçı, soykırımcı, katliamcı iklimde yaşamaya devam edecek ve bu iklim yeni suçlar yaratmaya devam edecek. Ermeni halkının Büyük Felaket’inden sonra mütedeyyinler asıldı, sonra 38’de Dersim Katliamı oldu, sonra Kürtler katledildi ve pek çok kesime zulmedildi; yani sıra dayağı devam etti. O yüzden kötülüğün başladığı yere bakmak, onla yüzleşmek, bu kötücül iklime son vermek anlamına gelir.
“Bu bir nefret bataklığı”
Kürsüde farklı konuşup, kulislerde sizinle farklı konuşan milletvekilleri oluyor mu?
Evet, hem de çoğunluğu. Zaten bu sorun yalnızca 24 Nisan günlerinde söz konusu oluyor, en kötüsü de bu yıl oldu. Benim için artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, bunun farkındayım. Ben yedi yıldır Meclis’te hep saygı gördüm, birkaç faşist dışında hiçbir zaman ters bir tepkiyle karşılaşmadım. Ama şu anda devletin Cumhurbaşkanı, AKP Genel Başkanı ve ortağı ve diğer bazı partiler tarafından hedef gösterildim ve “hain” ilan edildim. Bu ağır bir durum, artık bir hedefim. Bunun farkındayım ve her an başıma ne gelebileceğinin de farkındayım. Çünkü bunları defalarca yaşadık. Bu devlet içinde pek çok karanlık güç var. Durumdan vazife çıkarırlar ve bazı meczupları peşime takıp bir yerde bana kastedebilirler. Ben durumun ne olduğunun farkındayım. Onlar farkındalar mı, bilmiyorum.
Tehdit alıyor musunuz?
Alıyorum tabii. Şu anda yaşadığımız bu iklim, bir bataklık gibi ve bataklık her şeyi üretir. Nefret bataklığında her türlü mahlûkat çıkar ve illa organize olması da gerekmez. Hrant Dink cinayetinde organize edildi, yol verildi ama bebeklerden katil yaratan karanlık bazı meczupları seçti, onları yönlendirdi, önlerini açtı. Kişisel olarak gerçekten hiçbir kaygım yok. Elbette herkes yaşamak ister ama ben hem yaşamak hem de ömrümün bundan sonrasında bu ülkenin demokratik bir ülke olması için mücadelemi sürdürmek istiyorum. Ama bunun sürdürülebileceği şartları büyük oranda ortadan kaldırdılar, beni siyasi bir mevtaya dönüştürmeye çalışıyorlar.
Ben bu meseleyi bu topraklarda konuşmak isteyen bir Ermeni’ye tahammül edemeyen bir Türkiye’nin, çok daha karanlık bir Türkiye olacağını düşünüyorum. “Ermeni ve Kürt meselesi Meclis’te konuşulamaz, burası Türk’ün yurdu, ötekilerin hiçbirine hiçbir hak yok” diyen bir Türkiye’nin çok şey kaybedeceğini düşünüyorum. Demokrasinin olmadığı bir yerde de, ne huzur olur ne refah. Sorunlarını çözemeyen bir ülke kendi kuyruğunu kovalayan bir kediye benzer, kendi yerinde sayıp durur.
Çözüm üretemeyen iktidar zulüm üretiyor. Kutuplaşma, kamplaşma, ötekileştirme üretiyor. Ama bunun hiç kimseye hayrının olmadığını düşünüyorum.
“Dün konuşuyorduk, bugün yasak!”
Size gelen toplumsal tepkiler ya da dayanışma nasıl? Yalnız bırakılmış hissediyor musunuz kendinizi?
Ben naif bir insanım, naif ve biraz romantik bir siyasetçi addederim kendimi. Bu yüzden durumun farkına varamamışım, hâlâ ısrar etmişim “Bu meseleyi konuşalım” diye. Meğer o pencereyi kapatmışlar, ama bana haber vermemişler. Ben zannetmişim ki her şeye rağmen hâlâ konuşabiliriz, tartışabiliriz. Ben yedi yıldır aynı önergeyi veriyorum. Vekil olmadan önce bir insan hakları aktivistiydim; Taksim Meydanı’nda anma organize ediyor, konferanslara katılıyordum. Aynı “soykırım” ifadesini kullanıyordum. Bunların hepsi AKP iktidarı döneminde oldu. Çünkü bu pencereyi açtılar, desteklediler. Ama şimdi, “Hayır, o pencere kapandı, hainsin” diyorlar.
HDP içerisinde bu konu tartışıldı mı? Partiniz tarafından yeterince desteklendiğinizi düşünüyor musunuz?
Biz partimizi kurarken sorunlar arasında bir hiyerarşi kurmadık. Türk’ü, Kürt’ü, Ermeni’si, Çerkez’i, Arap’ı, Süryani’si vardı bu partinin kuruluşunda, gerçekten Nuh’un gemisi gibiydi. Parti programını yazanlardan birisiyim, programımızda kadınların eşitliği, ekolojik bir yaşam, demokrasi, halkların eşitliği, inançların eşitliği vardı. 2013-15 süreci romantizme izin veren güzel bir dönemdi. 2015’teki büyük başarımızdan sonra o güzel rüyayı bir kâbusa dönüştürdüler. Yoğun bir saldırıya maruz kaldık. Özellikle Kürt meselesinde eşitlik talep eden arkadaşlarımızın hepsi hakkında fezleke düzenleniyor, her gün 50-60 kişi gözaltına alınıyor, onlarcası tutuklanıyor, operasyonlar yapılıyor, insanlar öldürülüyor. Parti kapatılma tehdidi altında, arkadaşlar tutuklanma tehlikesi altında. Bu sert bir iklim demek. Benim sürdürmek istediğim o romantik siyaset bitti. Şu anda zebaniler var ortada, her tür rüyayı yok etmeye çalışıyorlar. Sadece iktidar değil muhalefet de aynı tutumu takınıyor. CHP bu konuyu “tarihçilere bırakalım” diyor. Bunu dediğiniz anda, o meseleyle yüzleşmemeyi tercih ediyorsunuz demektir. Çünkü siyaset önünü açmazsa kimse yüzleşemez o kara kutuyla. Bu ortamda, “Ermeni meselesini şimdi konuşmasak” gibi bir bakış söz konusu olabiliyor parti içinde de ve bu da anlaşılır bir şey. Ben de linçe uğrayan arkadaşlarımın hepsinin nasıl sıkıntılar çektiğini bilmiyorum, benimki de bilinmeyebilir.
“Babam Avedis adını kullanamadı”
Garo Paylan’ın suskunlukla geçen 25 yılına bakalım biraz da…
Ben Malatyalıyım. Malatya’da soykırımdan sonra, bir avuç Ermeni kalmış, hepsi yetim. Birbirlerini bulmuşlar. Dedem ve babaannem de birbirini buluyor. Beş çocukları yaşıyor, üç çocukları hayatını kaybediyor. İkisi de sadece Ermenice biliyor aslında ama çocuklarına tek kelime Ermenice öğretmiyorlar. Niye? “Vatandaş Türkçe konuş” denen dönem. Babaannemin vaftiz olduğu kilise geneleve dönüştürülmüş, bunu görüyor babaannem. Okuduğu okul kapatılıyor. Bu acıları yaşadıktan sonra 1960’lara doğru tekrar sertlik dönemine giriliyor. 6-7 Eylül 1955 olaylarıyla birlikte Malatya’da ve diğer Anadolu şehirlerinde kalan ve “kılıç artığı” denen Ermenilerin büyük bir kısmı, yeniden bir felaket yaşayacaklarını düşünerek yurtdışına gidiyor. Bu arada benim akrabalarımın da çok ciddi bir bölümü göç ediyor. Babamın amcası, onu da yurtdışına çağırıyor. Babam gidiyor ama “burada yapamam” diyerek dönüyor ve Malatya’dan İstanbul’a göç ediyor.
70’lerde ASALA’yla birlikte ortaya çıkan gerilim ortamında tehditler alıyoruz. Babam, çok iyi hatırlıyorum, yastığının altında silahla uyuyordu. Çünkü evimize her gün tehdit mektupları geliyordu. Annem, “aman bana dışarda mama deme, anne de” diye tembih ederdi. Babamın adı Avedis’ti, ama onu kullanmazdı kamusal alanda, “Halis” denirdi. Bana da Garo değil Kaya derlerdi. Aynı şey ablam ve erkek kardeşim için de geçerliydi. Annemin adı da Sirarpi ama Serpil denirdi. Yani kamusal alanda biz Ermeni değildik aslında. O sessizlik dönemi böyle yaşandı.
Biz yine de önceki kuşaktan daha şanslıyız, en azından 25 yaşından sonra bu konuyu konuşabilir olduk. Ama bir bakıma da, insanın bir şeyi kazanıp kaybetmesi daha zormuş. 80 yıl bizi sessizliğe mahkûm ettiler, sonra 25 yıl konuştuk, sandık ki bundan sonra her şey daha iyi olacak, ama olmadı.
Babanız ne iş yapardı?
Babam ayakkabıcıydı. Bazı esnaflar “Gâvurdan alışveriş etmeyin” diye konuşurdu ama babam kendince uyumlu ve başarılı olmaya çalışırdı. Öyle bir şey ki, Ermeniler şöyle bir şey de yüklenmişler; “başarılı ol, dikkatli ol.” Mesela babama her zaman vergi konusunda teşekkür yazısı gelirdi. Oysa biz kazanç açısından piyasada alt sıralardaydık. “Aman oğlum dikkatli olmamız lazım” derdi babam. Bu hem namusla ilgili bir şey, hem de doğru olmak zorundayım duygusu. Başkaları lüks arabalarla gezerdi, bizim arabamız gayet mütevazı ama vergide “teşekkür” yazısı gelen biziz. Yani hep doğru davranmak zorundasın, bu tabii ki iyi bir şey ama “gâvur demesinler” yüküyle de karşı karşıya kaldık.
İstanbul’da babaannem bizim evde kalıyordu. Ona sorduğum sorularla öğrendim büyük bir felaket yaşadığımızı. Aslında çok kısa cevaplar verir, pek anlatmazdı. Daha sonra halam anlattı. Babaannemin bu öfkeyle büyümemizi istemediği için konuşmadığını da o söyledi. Hem öfkeyle büyümesinler hem de bilirlerse konuşurlar, başlarına iş gelir. Annem babam da bana hep bunu salık verdi.
“Hrant sayesinde ismimi geri kazandım”
Babam 98’de öldü, ben mecburen işin başına geçtim. Bir kart bastırdım: Kaya Paylan. Babam nasıl Avedis değil Halis Paylan ise ben de Garo değil Kaya Paylan. Sonra Hrant Dink bu meseleyi cesaretle konuşmaya başladıkça, Avrupa Birliği sürecinin de etkisiyle, bizim meselemiz ve Kürtlerin özgürlük talepleri konuşulabilir oldu. Ve bir gün geldi, dedim, “Ben Garo Paylan’ım.” Kaya Paylan kartlarını attım, Garo Paylan kartı bastırdım. Kamusal alanda ismimi geri kazanmıştım. Bu Hrant Dink’in sayesinde ve bütün özgürlük mücadeleleri sayesinde oldu. Toplum demokratikleştikçe azınlıklar konuşabilir olur. Toplumların demokrasi kriterini azınlıklar belirler zaten. Mesela İsrail’deki demokrasi kriterini, geçmişte azınlık olmayan ama şu anda azınlığa dönüştürülen Filistinliler belirler. Filistinlilerle ilgili demokrasi isteyen bir İsrail, demokratik bir İsrail olur. Şu anda “Türkiye demokratik bir ülke” diyen herkes Ermenilerle konuşsun, Kürtlerle konuşsun, sandığı gibi olmadığını anlar. Ve bu sorun daha da derinleşecek gibi duruyor maalesef.
Bundan sonrası için ne düşünüyorsunuz?
Asla susmayacağım. Ama nasıl konuşacağımız ve toplumu nasıl ikna edeceğimiz konusunu yeniden değerlendirmemiz lazım. Çünkü bir nefret makinesi çalışıyor ve her gün toplumun algısıyla oynuyor. Şu anda bu propaganda makinesi seni “hain” olarak gösteriyor, her gün medyasıyla, sosyal medyadaki trolleriyle bu algı için çalışıyor. Sen de tek başına böyle mecralarda kendini anlatmaya çalışıyorsun. Yani o propaganda makinesi her gün on milyon kişiyi zehirliyorsa, sen belki her gün on kişiye, yüz kişiye, en fazla bin kişiye dokunabileceksin. Kuşkusuz bu da kıymetli ama bu rüzgârın karşısına çıkmak esas olarak toplumun sorumluluğu. Bu meselelerle yüzleşmemek, ilgilenmemek Türkiye’yi demokratikleştirmeme çabasına destek vermek ve adil bir geleceği istememek anlamına geliyor.
Farklı siyasi partilerden dayanışma anlamında telefon aldınız mı bu süreçte?
Evet, aldım. Hatta iki AKP milletvekilinden de aldım, utandığını söyledi, ama tabii ki isimlerini veremem. CHP’li ve TİP’li milletvekillerinden de telefon aldım, DEVA Partisi genel başkan yardımcısından da. Şu anda nefret ikliminden dolayı kamusal alanda destek sunabilen az sayıda insan var ama bu ortamın nelere yol açabileceğinin farkında olan çok sayıda siyasetçi olduğunu biliyorum. Ama pek çoğu ya şuursuzluktan ya mecbur hissettiğinden ırkçı koroya katılıyor. Ama bir gün eminim bu yaptıklarından utanacaklar. Elbette bu ırkçı koro karşısında yüz binlerce insan da “Garo Paylan yalnız değildir” dedi. Bu çok kıymetli. Bana gerçekten yalnız olmadığımı hissettiriyor.
Ben Merve Kavakçı başörtüsüyle Meclis’e girdiğinde üniversitede başörtü mücadelesine destek verenler arasındaydım. Çünkü arkadaşlarım başörtüsünden dolayı okula giremiyorlardı ve benim inancıma göre bir insan nasıl giyineceğine kendisi karar verir. O yıllarda Ecevit’in “Bu kadına haddini bildirin” şeklindeki konuşması bana göre büyük bir saygısızlıktı. Şu anda hiç kimse o konuşmayı sahiplenemiyor, değil mi? Şimdi de ben eminim ki, çok yakın bir gelecekte, bana yapılanlara veya söylenenlere kimse sahip çıkamayacak. Düne kadar Müslümanlar gadre uğramış bir kesimdi ve bu yüzden AKP diğer ezilen kesimlerle ilişki kurmuştu. Birlikte demokrasiye ulaşmak istiyorlardı. Ama AKP o yoldan çıktı maalesef. Erdoğan “Kürt hain, Ermeni hain” gibi bir ötekileştirme siyaseti yürütüyor. Oysa Türkiye’nin en mağdur, en geniş iki kesimi Kürtler ve mütedeyyinler. Bugün Kürt’ün dövülmesine, Ermeni’nin ötekileştirilmesine yol veren mütedeyyinler şunu unutmasınlar; bu ülke Ermenilere yapılanlardan sonra mütedeyyinlere yöneldi. Onları İstiklal Mahkemeleri’nde astı. Bu açıdan unutmasınlar, sıra dayağı maalesef onlara da geliyor.
“Sıkıysa sen desene Garo”
Parlamentoda siyaset yapmaya devam etmek istiyor musunuz?
Böyle bir parlamentoda devam etmek istemiyorum. Bu parlamento artık Çarlık Rusya’sının Duma’sına, hatta Orta Asya parlamentolarına dönüşmüş durumda. Orta Asya parlamentolarında seçilenler, “Padişahım çok yaşa” derler, bunu demeyen de oradan atılır. Şu anda Meclis bir kısırdöngüye girdi. İlk vekil olduğum 2015’teki gibi nitelikli değil, ne yazık ki daha yedi yıl öncesi sanki 100 yıl öncesi gibi oldu. 2015’te doğruya doğru, yanlışa yanlış diyenler vardı, bir yasa teklifine karşı AKP’lilerden de eleştiri yapanlar vardı. Ama son üç yıldır, özellikle tek adam rejimine geçtiğimizden beri, “Bu yasanın yanlış olduğunu görmüyor musun?” diye sorduğumuz AKP’li vekiller, “Görüyoruz” diye cevap veriyorlar. Neden yanlış demiyorsun peki? Ne diyorlar biliyor musunuz, “Sıkıysa sen desene Garo, ferman gelmiş, nasıl hayır diyelim?” Bu durumdaki bir vekil için hayat, HDP’li vekil olmaktan daha zordur.
“Makinist değil düzen değişmeli”
Bu açıdan böyle bir parlamentonun üyesi olmayı elbette istemiyorum. Bu dönemin sonuna kadar görevimi yapacağım, ama yeni dönemde ne olacağını mücadelemiz gösterecek. Ben bir değişim olacağını düşünüyorum ama bunun demokratik bir değişim olmasını umuyorum. Yalnızca makinisti değiştirmeyeceğimiz, düzeni değiştireceğimiz, demokratik bir düzene dönüştüreceğimiz bir değişim olmasını hayal ediyorum. Benim ne olacağımın bir önemi yok. Gerçekten ülkemle ilgili çok ciddi kaygılar yaşıyorum. Demokratik değişimi sağlayamazsak, Dimyat’a pirince giderken eldeki bulgurdan da olacağız. Birinci lige yükselme hayali kurarken üçüncü lige düştük. Amatör lige düşme riskiyle de karşı karşıyayız.