ERTUĞRUL
KÜRKÇÜ

Uzun Bir Hayat
Kısa Konuşulmaz

14 HAZİRAN 2021

Kendi anlatımıyla, daha kendilerine özgü ve daha özgür bir yolda yürümeye hazırlanırken tarih onların önüne ağır bir meseleyi getirip koydu. Yirmilerindeki bu gençler, meselenin sorumluluğunu aldılar ve çok fazla yük altına girdiler. “Nitekim bunun ne kadar büyük bir yük olduğunu yaşayarak ve yaşamayarak gördük” diyen Ertuğrul Kürkçü’yle, eşsiz deneyimlerle dolu hayatını konuştuk.

Söyleşi: AYŞEGÜL DOĞAN

“Çok gezmek, çok görmek hayatı zenginleştiriyor”

Çocukluğumdan başlayalım. Biz çok yer değiştirdik, babamın işleri dolayısıyla. Ama bundan ötürü mutsuz olmadım. Aslında hayatımdaki bu hızlı akışların, hareketlerin bana yardımcı olduğunu düşünüyorum. Çok insan tanımak, çok insan hali görmek, çok yer görmek, çok okul görmek… Bunların hepsi aslında daha sonra size yardımcı olan şeyler. Tabii hayat bunları size yardım olsun diye yapmıyor, ama daha sonra, büyüyünce bunların bir derinlik, zenginlik, çokluk kazandırdığını anlıyorsunuz. O zaman öyle gelmiyordu tabii. Sürekli okul değiştirmek hoşuna gitmiyor insanın. Çok yer değiştirdik; İzmit’te, İstanbul’da, Ankara’da yaşadık. Daha sonra ben memleketin hapishanelerinde dolaştım, çeşitli sebeplerle her yeri gezmek durumunda kaldım. Çocukken yer değiştirmek, arkadaşlardan uzaklaşmak demek ama her uzaklaştığınızda yeni arkadaşlar da kazanıyorsunuz. Bir süre sonra bunu öğreniyorsunuz. O nedenle ben bu hayattan şikâyetçi olmadım.

Biz çok kardeştik. Ama en küçük kardeşimiz, biz çok küçükken doğar doğmaz hastalanıp öldü. Şu an hayatta olan üç kardeşim var, abim ve bir kız, bir de erkek kardeşim. Abim Almanya’da. Uzun yıllar öğretmenlik yaptı, emekli oldu. Kız kardeşim Türkiye’de. O bir hayvan hakları savaşçısıdır, başka bir yolda yürüyor. Erkek kardeşim İzmir Seferihisar’da oturuyor. Bebekken ölen kardeşimizden sonra doğan en küçük kardeşimizi de, maalesef bir kalp krizi sonrasında 1990’larda kaybettik. Yani dolayısıyla şu an bir anneden üç kardeş, bir anneden bir kardeş olmak üzere dördümüz hayattayız.

Çocukluğuma dair hatırladığım en eski hikâye İstanbul’da. O zaman üç yaşındaydım, sonra Ankara’ya geldik, babam Sarıyar Barajı inşaatında görevliydi. O zamanlar, mühendislerin ve memurların oturduğu, barakalardan oluşan bir lojman vardı. Abim ilkokula orada gitti. Kamp hayatı gibi. Oradan tekrar Ankara merkeze, sonra İzmit’e, tekrar Ankara’ya… Böyle epey gezdik. Bütün bu yer değiştirmeler sadece on üç yıl içinde oldu.

Ortaokul ve lise yıllarım Ankara’da ve İzmit’te geçti. Orta ikiden son sınıfa kadar İzmit’te okudum, İzmit Lisesi’nde. O zamandan aklımda kalan en önemli şey şu; o zamanın lisesi bugünün üniversite kalitesinde eğitim veriyordu. Şimdi üniversitelerin müfredatına, ders kitaplarının içeriğine bakıyorum; lisede bunları hep görmüşüz. Sosyal bilimler, tarih, coğrafya, felsefe, psikoloji, bütün bunları lisede okuduk. O dönemin liselerinde fizik, kimya, matematik ve sosyal bilimler derslerinde verilen eğitimin ve öğretmenlerin kapasitesinin bizim kuşak için bir şans olduğunu düşünüyorum. Bence 68 kuşağının bir şansı da aslında liseyi, Türkiye’de ortaöğrenimin en iyi olduğu dönemde okumuş olmasıdır. O dönem devlet okulunda okumak hiç kimse için bir kayıp sayılmazdı. Ben de hiç öyle hissetmedim. Bu nedenle diyebilirim ki, her şeye rağmen, bütün sıkıntılara rağmen çocukluğumu iyi, eğlenceli bir dönem olarak hatırlıyorum.

Aslında insanın kendisi hakkında konuşması zor. Ben çalışkan bir öğrenci olmasam da her zaman notlarım iyiydi. Öyle bilinen, parlak bir öğrenciydim; hocalar tanır, öğrenciler tanır… Sporla çok meşgul oldum. Okulun bütün takımlarında, futbol, voleybol, basketbol, oynuyordum. Tiyatroyla ilgileniyordum. Müzik dışında her şeyle ilgilendim. Müziği dinleyici olarak sevmekle birlikte, şarkı söyleme yeteneğim pek yok. Ama onun dışındaki bütün becerilerle haşır neşirdim. Tabii bu durum insanı okulda biraz öne çıkarıyor. Ama o zaman böyle celebrity olmak gibi bir şey yoktu. Arkadaşlarınız arasında sevilirdiniz, bu kâfiydi. Kısaca şimdiki değerlerden daha mütevazıydı her şey.

“Türkiye’de öğrencilerden başka hiç kimse 1968 olsun istemiyordu”

Liseden sonra sıra üniversiteye geldi. Benim ilkokuldan beri mimar olma hevesim vardı. O zaman iki ayrı sınav olurdu. Teknik üniversiteler ayrı sınav yaparlardı, diğer üniversiteler ayrı. Ben gözümü kararttım, dedim ki “ben İstanbul Teknik Üniversitesi’ni istiyorum”. Ama o zaman Ankara’dan İstanbul’a gitmek uzun mesele ve biz de tam o sıralarda İzmit’ten Ankara’ya taşınacağız. Bu yüzden Ortadoğu Teknik Üniversitesi’ni tek seçenek olarak karşıma koydum. Aslında insan tamamen delice bir iş yapmıyor demek ki, ne yapabileceğinizi az çok biliyor olmalısınız ki böyle bir işe girişiyorsunuz. Ortanın üzerinde bir sıradan girdim mimarlık fakültesine. Gene de yedek olsun diye inşaat mühendisliğini de yazmıştım, onu da kazandım. Tabii mimarlık istediğim bölümdü, hep o olsun istemiştim. Öyle de oldu. Demek kafaya takınca oluyor.

İstediğim olmuştu ama ondan daha mühim bir şey olduğunu okulu kazandığımda bilmiyordum. Bizim üniversiteye girdiğimiz yıl, Türkiye’de 27 Mayıs 1960 sonrası en büyük gençlik hareketi dalgası başladı. Bu 1960’ta gelen dalgadan farklıydı. 1960’ın öğrenci hareketi, sadece öğrencilerin hareketi değildi; politik bir genel akış içerisinde öğrenciler o politik akışın hedeflerine uygun olarak adım atmışlardı. Tabii ki istibdada karşı bir tepki vardı ama o hareketin kendiliğinden olduğunu söylemek güç. Oysa 1968’in öğrenci hareketi, Türkiye’de öğrencilerden başka kimsenin istemediği bir hareketti. Ancak çığ koptuktan sonra bu hareket genel denklemin içerisinde bir yerlere yerleşti. O nedenle bu köklü ve derin hareket, aslında bağrına aldığı herkesi birden dönüştürdü. O açıdan hepimiz, yani içindeki herkes dönüştü. Çünkü bir anda karşımıza, bütün dünyayı değiştirmek, tarihi yapmak gibi iddialar ve bu iddiaları üstlenmenin mümkün olduğuna inanmak gibi bir durum çıktı. Bütün bunlar bir iki yıl içerisinde oldu ve bütün dünyamızı değiştirdi. Peş peşe üniversite boykotları oldu, ders boykotları genel boykota dönüştü, sonra üniversiteyi işgal ettik. Sonra Komer’in arabasını yaktık. Sonra, sonra, sonra derken sonunda yıl boyunca hiç okula gitmeden, ders çalışmadan, ara sıra ders yaparak ve dersleri eyleme dönüştürerek, jürileri sınıf mücadelesine dönüştürerek, projeleri doğrudan doğruya sosyal mücadelenin konusu haline getirerek yaşamaya başladık.

Ve bu hareket, bu hayat mevcut kabın içerisine sığmamaya başladı. Belki konumları dolayısıyla bazı arkadaşlarımız bu konuda daha belirgin kararlar almamız gerektiğini düşündüler. Çünkü onlar mezun olmuşlardı, master yapıyorlardı ve kendilerinin vereceği kararların aslında herkesin kararı olup olmadığını test etmek istediler. Soru şuydu: Biz ne olmak istiyoruz? Bu konuyu çok samimi arkadaş toplantılarında -her gelenin katılabileceği yarı siyasi toplantılarda- çok uzun müzakere ediyorduk zaten ama bir arkadaşımız küt diye masanın ortasına koydu meseleyi. Dedi ki, “Karar vermemiz lazım. Böyle gidersek mimar olamayız. Fakat devrimci olabilir miyiz? Bunu seçen var mı aramızda?” O sıralar ben Ne Yapmalı’yı okuyordum, Lenin’i, yani zaten soru bu; ne yapmalı? Kocaman bir soru… Çernişevski’nin sorusunu Lenin almış, bir kere daha sormuş ve çok açık olarak cevap vermiş; eğer devrimci olacaksan, bu bütün ömrünü vermen gereken bir tercihtir. Devrim bu kadar ciddi bir şeydir diye uzun uzun anlatıyor. Tabii Rus devriminin kendi parametresi içinde bunu anlatıyor ama evet, ortada böyle bir gerçek var ve hissimiz de o zaten. Mezun olup, bir işe girip orada çalışarak, yani aslında bir yıl önce eleştirdiğiniz her şeyi bir yıl sonra yapmaya başlayarak yaşamak doğru bir seçenek olarak çıkmıyor karşınıza. Ve böyle olunca da, evet, bu kararı vermek gerekiyordu. Biz de o zaman devrimci olmaya karar vermiş olduk.

“Görev üstümüze düştü, peşinde koşmadık”

Sonra zaman hızla akmaya başladı. 1970’te ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü başkanlığı, aynı yıl Türkiye Devrimci Gençlik Dernekleri Federasyonu genel başkanlığı… Bunlar benim tercihim değildi aslında. Fakat olaylar o kadar hızlı aktı ki; altı ay önce, hatta üç ay önce aslında hareketin önünde olacağını düşündüğümüz insanlar birer birer ortadan kaybolmaya başladılar. Çünkü başka bir devrimci hareket kurma iddiası bir grup arkadaş tarafından çok kuvvetle benimsenmişti. Onlar daha sonra, 1971-72’nin silahlı mücadele atılımı içerisinde rol almak üzere öğrenci hareketinden çekilmeye başladılar. Kimileri de tutuklamalar, yargılamalar dolayısıyla şehir veya ülke değiştirmek zorunda kalınca, 1968’de öğrenci hareketinin içerisine girmiş olanlar, yani aslında bir iki yıl geriden gelen bizler, birden kendimizi hareketin önünde buluverdik. Yani görev üstümüze düştü, peşinde koşmamıştık. Ben şahsen sıradan bir militan olmaktan çok memnundum. O kadar çok iş yapıyordum ki… Yaptığım her şeyi de seviyordum. Bildiri yazıyordum, bildiri basıyordum, afiş atölyesi kurmuştuk, sürekli afiş basıyordum. Mitingler, gösteriler, tartışmalar… Onlar için yapılan çalışmalar, her günkü işler… Bütün bunlar benim için çok iyiydi. Fakat birden Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nin önceki TİP’li başkanları ve olası başkanları ortadan kayboldu. Herkes sağına soluna bakıyor, kim başkan olacak diye. Ve bu iş benim üstüme kaldı. Bunun için ben hazır da değildim. Hem genel olarak o zamanki öğrenci hareketi tipolojisine çok uygun değildim hem de kendini bu role hazırlamış, ağırbaşlı, ağır konuşan çocuklardan birisi değildim. O nedenle çok da istemedim. Fakat baktım olacak gibi değil, mecburen bir küçük kıyafet devriminden sonra Sosyalist Fikir Kulübü başkanlığını üstlendim.

Ve DEV-GENÇ başkanlığı

ODTÜ o zaman Ankara’da devrimci hareketin yeni dalgasının merkeziydi. Klasik solun merkezi eğer Mülkiye ise, yeni devrimci solun merkezi de Ortadoğu Teknik Üniversitesi’ydi. O yüzden ODTÜ çok fazla ilgiyi çekti üzerine ve bunun hemen arkasından, Ankara’daki devrimci hareketin yaptığı her şey de birden Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nin üzerine kaldı. Bunların ikisi üst üste gelince bir yıl sonra, DEV-GENÇ başkanı kim olacak, DEV-GENÇ nasıl yönetilecek meselesi konuşulmaya başladı. Bu, sadece belirli kişiler arasında yürüyen bir tartışma değildi, politik bir tartışmaydı. Ama kadroların gerilemesi ve daha önceki ekibin, önümüzdeki dönem siyasetine dair tekliflerinin makbul görülmemesi dolayısıyla, birden bizim, o zaman Mahir Çayan’ın etrafında oluşan odağın DEV-GENÇ’in önüne doğru yürümesi söz konusu oldu. O noktada gene başkan kim olsun diye tartışılırken arkadaşlar birbirlerini şöyle elemeye başladılar: sen yaşlısın. Bunları konuştuğumuz insanlar, eğer ben 21 yaşındaysam öteki de 23 yaşında, başkan olamazsın dedikleri de 25 yaşında. Yani aslında hepsi de hakikaten çok genç.

Fakat bir yanıyla da sağlıklı bir damardı bu. Gençlik hareketiyse gençler olacak başında deniyordu, yani profesyonel gençlik liderliği diye bir şey yoktu. İşte bu şartlarda çark döndü ve benim önümde durdu. Ben aslında ürktüm de. Çünkü DEV-GENÇ başkanlığı başka bir şey. ODTÜ veya herhangi bir okul sizin kendi habitatınız. Herkesi tanıyorsunuz, okul hayatının bir parçası yani oradaki devrimcilik. Bu ise memleket çapında bir mesele ve ne kadar hazırsın? Ben doğrusu hep bir başkası olsun istedim. Bana sorsanız Yusuf Küpeli devam etse olurdu veya Hüseyin Cevahir… Ne olacaktı ki bir yaş büyük olsa? Ya da başka bir konsensüs olsaydı ve Sinan Cemgil olsa iyiydi. Fakat bu seçeneklerin hepsi, bir anda ortadan kalktı maalesef ve kendimi bu görevden kurtaramadım. Ama ondan sonra, üstünüze düşeni yapıyorsunuz işte. Denir ki taç giyen baş akıllanır. Yani hiç bilmediğiniz davranışları hemen öğreniyorsunuz.

“Her gün 40-50 yaşında insanlarla görüşmeye başladım”

Fakat genel olarak toplumsal hayat çok başka şekilde akıyor. Mesela başkanı olunca fark ettim ki DEV-GENÇ benim sandığımdan daha mühim bir şeydi. Ve sizin kendinize bakışınızla toplumun ve devletin size bakışı aynı değil. O dönem genel varsayım şu ki gençlik hareketi kendi yatağında akmaya devam edecek. Fakat öte yandan Türkiye’nin siyaseti öyle ki, gençlik hareketinin, genel büyük denklem içerisinde bir yere yerleştirilmesi gerekiyor. Çok büyük bir basınç… Rejim, yani Süleyman Demirel hükümeti, Adnan Menderes’i devirenin üniversite olduğunu, en azından üniversitenin bunun fitili olduğunu gayet iyi bildiği için üniversiteye büyük bir endişeyle yaklaşıyor. Süleyman Demirel’i bir askeri darbeyle devirmenin peşinde koşanlar da gençlik sokağa çıkmazsa bu adımı atamayacaklarını ve bu adımın bir karşılığı olmayacağını bildikleri için bizi sürekli kuşatmaya çalışıyorlardı. Birden benim muhataplarım, yaşıtlarım olmaktan çıktı, yaşları 40-50 civarında olan insanlarla görüşmeye başladım. Hiç beklemediğim, aklıma gelmeyen şeyler oluyor. Sizinle şu kişi görüşmek istiyor falan… Ben ayağımda postalla gidiyorum, işte biz şöyle bir politik hareketiz, DEV-GENÇ’te şöyle bir teklifimiz var, diye anlatıyorlar. Ben dehşet içinde çıkıyorum oradan. Birden anladım ki, DEV-GENÇ aslında gençliğin öz hareketiyken onu hem yukarıdan hem aşağıdan büyük bir politik denklemin içine yerleştirmek için gerçekleşen basınçlara göğüs germeniz lazım. Bu benim bildiğim bir şey değildi. Meğer kimler kimler sizi kendi istikametinizde yürümekten alıkoymak için çalışıyorlarmış, bunu gördüm. Bunlar 20 yaşında bir insan için çok fazla. Bunu söyleyebilirim.

Mahir Çayan: “Ne yapacağız şimdi?”

Biz Mahir’le hem aynı okuldan değiliz, hem de yaşıt değiliz. O yüzden bizim ilişkimiz sonradan kurulan ama mesafeli olmayan, zaman zaman yakınlaşan bir ilişkiydi. En yakın olduğumuz zamanlardan birisi de şuydu: Benim içimde hep ukdeydi; DEV-GENÇ’in aslında olması gereken ellerde olmadığını düşünür ve hep Mahir gibi birisini yakıştırırdım o pozisyona. DEV-GENÇ’e katılmama yol açan da Mahir’in 1969 kongresinde yaptığı ve o zamanın devrimcileri arasında efsane olan konuşmasıydı. Yani nihayet ilk kez, bize devrimden ve sosyalizmden en derin manasında söz eden birisini dinlediğimiz için çok mutlu olmuştuk. Ondan sonra tanıdım ben Mahir’i.

Bir yıl sonra da birlikte, aslında hep istediğimiz şeyi yaptık, DEV-GENÇ’i olması gereken bir yönetime kavuşturduğumuzu düşünerek hamle yaptık. Aslında DEV-GENÇ’in yönetimini, bir son dakika kararıyla üstlenmiştik. Çünkü o yaz, 15-16 Haziran’dan sonra, hepimiz işçi ilişkilerine dağılarak oralarda çalışmayı planlıyorduk ve birden bu adımı atma gerekliliği söylendiğinde geri geldik ve böylelikle DEV-GENÇ yönetimini aldık. O kongrenin hemen sonrasında herkes bir yerlere gitti. Biz Mahir’le yan yana yürümeye başladık ve sonra, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin konferans salonundan yurtlara doğru giden, üzeri taraçalı yoldaki merdivenlere oturduk. Mahir dedi ki, “Ne yapacağız şimdi?” “İşte yaptık yapacağımızı” dedim, “bundan sonrasını artık göreceğiz.” Mahir, “İyi mi oldu sence?” diye sordu. “Evet” dedim, “hep bunu yapmak istemiştik.” “Hadi bakalım” dedi ve öyle ayrıldık. Tabii şimdi bu kelimelerin ne ifade ettiği, nereye oturduğu görülmeyebilir. Fakat bu aslında şu demekti; daha kendimize ait, daha özgül bir yolda yürümeye hazırlanırken birden meselenin tamamının sorumluluğuna talip olarak aslında çok fazla yük altına girdiğimizi birlikte hissetmiştik. Nitekim bunun ne kadar büyük bir yük olduğunu yaşayarak ve yaşamayarak gördük. Sanki bütün olacakların bir habercisi gibiydi o konuşma. Mahir çok zeki, çok ince bir adamdı.

DEV-GENÇ ve Devrimci Doğu Kültür Ocakları

Ben DEV-GENÇ başkanı olduğum sırada, Kemalizm’e çok prim veren bir akım olmadığımızı Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın (DDKO) başındakiler çabucak fark ettiler. Özel okullarda başlayan öğrenci hareketleri içerisinde Kürt gençler daha hareketliydi. Özel Okullar Federasyonu’yla ilişkilerimiz içerisinde Kürt gençlerle yakınlaştık fakat doğrusunu isterseniz, o dönemde bu konuda çok bilinçli, açık, anlaşılabilir bir siyasetimiz olduğunu söyleyemeyeceğim. Sadece şu; Kürtlerin varlığı ve hakları olduğu konusunda net bir görüşümüz vardı. Fakat bu varlık ve haklar nasıl kendini ortaya koyar, bunun için program nedir, nasıl yapılır? Bu konularda yaklaşımlarımız sınırlıydı. Doğrusu 1968-70 arasında Kürtler de kendilerini yeni yeni ortaya koyuyorlardı. Fakat Devrimci Doğu Kültür Ocakları’yla bizim [yani DEV-GENÇ] aramızda önceden bir gerilim vardıysa da, bizim zamanımızda olmadı. Bu da benim için iyi bir şey; çünkü bunlar insanı ömrü boyunca takip eden işlerdir. Şu manada; eğer bir olumsuzluk olmuşsa onu kimse unutmaz. İyi yaptığınız şeyleri hatırlamazlar da onları hatırlarlar genellikle.

“12 Mart, baskıcı yeni bir rejim ihtiyacının sonucuydu”

1969-70’te bizim DEV-GENÇ yönetimine talip olmamız ve onu almamızla 12 Mart 1971 arasında, DEV-GENÇ’in ön saflarındaki gençler, aralarında benim de olduğum gençlik hareketi siyasi sorumluluk taşıyan çok büyük kararlar verdi. Ancak, 1970 sonbaharında, örneğin bir silahlı mücadele çığırının açılması gerektiği konusunda henüz bir kararımız yoktu. Biz konvansiyonel yolla siyasetin yürümeyeceğinin farkındaydık ama örneğin 1971 Mart’ından sonra takip ettiğimiz silahlı propaganda çizgisine dair herhangi bir kabulümüz oluşmuş değildi.

Ama bir anda, suyun birden kaynaması gibi, süreç apansız kaynamaya başladı. Ve burada tabii özellikle Türkiye’deki rejim değişikliği ataklarının çok büyük bir payı oldu. 15-16 Haziran 1970… Birinci mesele odur. 15-16 Haziran büyük bir depremsel etki yarattı. Türkiye’yi yöneten güçler, yani sermaye ve ordu açısından bu, yeni bir rejim demekti. Eski rejimden, yani kısıtlı da olsa parlamenter ve çoğulcu rejimden çıkmak için bir vesile olarak kabul edildi. Bu yıl, 12 Mart muhtırasının 50. yılını geride bıraktık. Bu dönemin muhasebesini yaptığımız zaman çok daha net olarak görülüyor ki aslında gençlik hareketinin, hatta silahlı mücadele girişiminin kendi gelişme eğilimlerinden bağımsız olarak, Türkiye’yi yöneten elit, askerler ve sermaye, zaten bir rejim değişikliğine karar vermişti. Yani otoriter bir yeni rejim ihtiyacı vardı ortada. Çünkü hakikaten bugüne kıyasla son derece güçlü, görünür ve kendi hakları istikametinde gelişen bir işçi hareketiydi. 1971 öncesindeki üç yıl köylüler çok büyük bir dalga halinde, çok büyük bir kitle hareketi yarattılar. Kürtler de, Kürt kimliğini açıkça üstlenerek değil ama Doğu kavramı altında, Türkiye İşçi Partisi’nin Doğu Mitingleri içerisinde ve her yerde ekmek ve kimlik meselesini örtük olarak ortaya koydular, hissettirdiler.

1970 yazını ordu sadece işçi hareketini bastırarak değil; aynı zamanda Kürdistan’da da çok büyük harekâtlara, manevralara girişerek geçirdi. Bütün bunlar apaçık herkese gösterdi ki Türkiye artık eskisi gibi yönetilmeyecek. Bu yeni bir siyaset modeli gerektiriyordu ve hepimiz biliyorduk ki yeni bir siyaset modeline geçilmesi lazım, eskisi gibi gitmez. Daha büyük bir baskı ve bu baskıya cevap verebilecek örgütlenmeler… Ne yazık ki, ne Türkiye İşçi Partisi (TİP) kendini bu şekilde dönüştürebilecek bir genel siyaset planına sahipti, ne de Türkiye İşçi Partisi’ni eleştiren Milli Demokratik Devrim (MDD) kanadının liderleri bu yönde bir atılım içindeydiler.

Ama hayat öyle akmıyordu işte. Faşistler her gün saldırıyordu, kontrgerilla da öyle… Tabii biz o zaman adının kontrgerilla olduğunu bilmiyorduk ama kontrgerilla denmeyen kontrgerilla, aslında her gün bir kontra faaliyet yürütüyordu ve bunun ordunun ve hükümetin himayesinde gerçekleştiği apaçıktı. Dolayısıyla bütün bunlara yanıt verecek bir yeni örgütlenme tasavvuru 1970 yazının en önemli meselesiydi.

O süreçte bütün eski bağlılıklar koptu. Yeni filizler ortaya çıktı ama onlar da kendilerini nerede konumlandıracaklarını bilemiyorlardı ve 9 Mart’ta ordunun radikal kanadı bir darbe girişiminde bulundu. Bu darbe girişimi komutanlar tarafından bastırılarak yöneticileri tasfiye edildi ve 12 Mart’ın kapısı açılmış oldu. Böylelikle orduya bel bağlayanlar için ordu bir dönüşüm kapısı olmaktan çıktı. Bu durumda hızla iki karardan birine doğru seçim yapmanız gerekiyordu: Ya bu örtük darbeye, 12 Mart’ta verilen muhtırayla birlikte oluşan yeni statükoya karşı yeni bir atakta bulunacaksınız veya geri çekileceksiniz. Bugün bakınca buna karşı bir direniş çizgisi izlemenin gerekliliği ve meşruiyeti bir kere daha görülüyor. Ama bunun daha sonra hiç tekrar edilmeyişine bakarak, ya da Türkiye’nin batısında hiç tekrar edilmeyişine bakarak aslında sürdürülebilir bir hareket tarzı olmadığı da aşağı yukarı ortaya çıkıyor. O yüzden bütün bu kararlar çok hızlı ve zor kararlardı.

Şöyle diyebilirim; 1970 yazında, örneğin Brezilyalı devrimci Carlos Marighela’nın şehir gerilla mücadelesi stratejisini anlatan kitaplarının yüzüne kimse bakmazken 1971 baharında bu kitapları okumayan kimse kalmamıştı. Bu hızla değişen çerçevede biz de konumlandık ama ordunun ve rejimin, her zaman olduğu gibi bir adım önde gitmekte olduğunu; 1920’lerde nasıl bir adım önden gidiyorsa 1971’de de bir adım önden gittiğini ve daha henüz gerilla doğmadan kontrgerillanın çoktan faaliyete geçmiş olduğunu çok kısa sürede gördüğümüz ve çok büyük bir kuvvetle karşılaştığımız bir süreç başladı. Fakat bu sürecin bu derinlikte cereyan edeceğine dair işler bir planımızın olduğunu söylemek çok güç.

“Kızıldere neresi, bilmiyorduk bile”

O zaman süresi, başka bir hayatta çok kısa bir süre ama bizim hayatımızda çok uzun süren, çok şeyle dolu bir zaman dilimi. Bu esasen, daha ilk karşılaşmada gerilla mücadelesinin kontrgerilla karşısında çok büyük bir yıkıma uğramış olmasının yol açtığı peş peşe felaketlerle ilgili. Yani ilk kez o zaman, silahlı kuvvetlerle bir çatışmada devrimciler hayatlarını kaybettiler Türkiye tarihinde. Bunlar çok travmatik şeyler. Devrimciler Türkiye Cumhuriyeti tarihinde dağlara çıkmışlardı ama komünist devrimciler dağa hiç çıkmış değillerdi. Dağlarda hayatlarını kaybettiler. Şehir gerillasında hayatlarını kaybettiler. Ve bir anda askeri mahkemelerde idama mahkûm oldular, daha önce ölüm ve kalım sadece faşist hareketlerle çatışmanın türeviyken artık bizzat devletle ilişkinin bir türevi haline geldi ve cezaevlerindekileri nasıl kurtaracağız meselesi önlerine çıktı. Hiç cezaevine girmemiş olan insanlar, cezaevlerindekileri nasıl çıkartacaklar diye, tarihin getirip önlerine koyduğu problemleri çözmeye giriştiler. Maltepe Cezaevi’nden firar etti arkadaşlarımız ve onların da kafalarına koydukları şey, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamlarını önlemek için mutlaka bir şey yapma gereğiydi. Biz Türkiye’de Kızıldere diye bir yer olduğunu bilmiyorduk bile. Kızıldere neresi, bizim orada ne işimiz var? Bizim bildiğimiz şey; bir büyük rehin alma atılımı olmaksızın, Denizlere karşılık gelen, ona değen birileri olmaksızın onları idam etmeye silahlı kuvvetlerin kararlı olduğuna dair edindiğimiz sezgiydi.

Şimdi tabii bugün bakınca, bu yoldan önlenebileceğine dair işaretler var mıydı? Türkiye tarihinde yoktu aslında ama dünyanın başka yerlerinde vardı. Tekrar yüzümüzü Brezilya’ya dönüyorduk. Brezilya’da devrimciler buna benzer birçok operasyonda çok başarılı sonuçlar almışlardı. Bütün bunlar tabii ki iyimser bakış açısına yardımcı oluyordu ama Mahirlerin Kartal-Maltepe Askeri Cezaevi’nden firarından sonra çok büyük bir yeni kontrgerilla operasyonuyla, bizim hem silahlı kuvvetlerdeki örgütlenmemiz hem gençlik hem çeşitli toplum kesimlerindeki örgütlenmelerimiz çökertilmeye başlayınca büyük şehirler için yaptığımız planların hepsi çöktü. Süleyman Demirel’den ve kimi askeri yetkililerden başlayarak -alınan tutum karşısında-rehin alma planlarımızı sürdüremez hale geldik ve birden kendimizi Ankara, İstanbul, İzmir, Adana gibi büyük şehirlerde barınamaz halde bulduk. Yani bütün yapı çökünce, Ankara dışına çıkmak ve daha sonra muhtemel bir kır gerillası faaliyeti için çeşitli temasların oluşturulduğu yere, Karadeniz’e doğru çekilmek zorunda kaldık ama ne yazık ki çözülme bir kere başlayınca devamı zincirleme olarak geldi. Bağlar tamamen kopmadığı için Ankara’daki bağlantılar bizi Karadeniz’de de buldu ve sonuçta orada ne yapacağız diye düşünürken, birden Denizlerin idamına yönelik Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’nın bildirileri peş peşe gelmeye başladı. Meclisten idam kararı geçti. Bu şartlar altında, Denizlerin yakın arkadaşlarıyla bir eylem ortaklığı çerçevesinde cezaevinden firar etmiş olan arkadaşlarımızın, daha büyük bir ısrarla yapılacakları yapmak için harekete geçmeleri gerekti. Daha doğrusu bu mesele gündeme geldiğinde bizim aklımıza Ünye’de, bir radar üssünde çalışan NATO görevlileri geldi. Aslında onların nitelikleri hakkında bir fikre sahip değildik. Ne zaman ki onları rehin almak üzere gittik, gördük ki aslında sıradan insanlar değillerdi. Çünkü evdeki bütün dolaplar majestelerinin gizli servisi antetli kâğıtlarla doluydu. Onlarla o kadar meşgul olacak durumumuz yoktu ama besbelli ki İngiltere istihbaratının denetimindeki bir toplulukla karşı karşıyaydık.

Ama daha öncesinde, bu rehin alma işine kalkıştığımızda şununla karşı karşıya kaldık: Ankara’dan bir özel harekât grubu Ünye ve Fatsa’yı basarak oradaki yerel arkadaşlarımızı, daha sonra herkesin “Terzi Fikri” diye bileceği Fatsa eski belediye başkanı Fikri Sönmez’i, onun arkadaşlarını, yani bizim oradaki bütün yerel dayanaklarımızı gözaltına almaya ve tutuklamaya başladı. Biz kaldığımız yerden, ya İngilizleri bırakarak ya da yanımıza alarak ayrılacağız. Bu kararı vermek zorunda kaldık ve daha önce sırf barınsınlar diye gönderdiğimiz arkadaşlarımızın; Sinan Kâzım, Ömer Ayna, Sabahattin ve Saffet’in kaldığı Kızıldere köyüne gitmek üzere yola çıktık, yanımıza rehineleri de aldık ve yol kaç saat sürdü bilmiyorum ama sabaha karşı o köy civarına geldik ve arkadaşlarımızın yanına geçtik.

Yani Kızıldere’ye giden yola öyle girildi. Yoksa Kızıldere köyü bizim bağlantımız olan bir yer değil yani, tanımıyoruz, bilmiyoruz. Köylülerle bir alakamız yok. Sadece köydeki evin sahibiyle arkadaş olan birisini bulmuş bir arkadaşımız. “Asker kaçakları var, saklayacaksın” demiş. Onlar da “Tamam, üç kişi kalır” demişler. Fakat bir anda evin içerisinde on bir devrimci, üç de rehineyle adam neye uğradığını şaşırdı. Sonuçta düşünün bir köy evi, zaten evde üç-dört kişi yaşıyor. Bir anda üç-dört kişilik bir aile on dört kişilik bir insan topluluğunu ağırlamaya çalışıyor. Tabii bu mümkün değil…

“Kızıldere son bir çığlıktı”

Orada ben hariç, hayatını kaybedenlerin hepsi bir arada. Hepsi o gün oradaydı yani. Daha sonra iki arkadaşımız, Nihat’la Ertan rehineleri getirdiğimiz aracı uzağa bir yere bırakıp yollarına devam edeceklerdi fakat yola devam etmektense geri dönmeyi tercih ettiler. Yani başlangıçta dokuz kişiyken sonunda on bir kişi olduk ama hepimiz o süreçte bir arada hareket ediyorduk.

Kızıldere köyündeki kuşatma esasen bize yardımcı olan aracıların büyük işkenceler altında, köyün civarındaki ağıllara devrimcileri daha önce bıraktıklarını itiraf etmeleriyle başlıyor ve köyle ilgili deliller toplanmış oluyor. Bizim kuşatılmamızın gerisinde yine bir iz takibi var. Tabii o coğrafyayı düşünün; Fatsa ve Ünye ile Tokat’ın Almus ilçesi arasındaki mesafe kadar bir mesafe… Devlet için uçaktan baktığında avucunun içindeki bir mesafe. Onlar için bütün bu planlamaları yapmak o kadar zor değil. Zaten bunu daha sonra sorgu sırasında bana kendileri de söyledi. Hava karlıydı, kardaki tekerlek izlerinden zaten köy civarını tahmin etmişler, belki palavradır, belki doğrudur. Ama sonuç olarak bizim yaptığımız şeyi bir son çığlık, son haykırış olarak görebiliriz. Yoksa ben doğrusu, rehin aldığımız görevliler karşısında devletin herhangi bir uzlaşma yapacağını düşünmüş değildim. Kaldı ki, çok enteresandır, Türkiye ve İngiltere hükümeti arasında o dönem ve daha sonra bu konuda hiçbir tartışma olmadı. Bu konudaki kararı birlikte vermiş olabilirler ya da bu zayiata razı olduğunu İngiltere hükümeti söylemiş olabilir. Gözden çıkarılabilir kişiler olduklarını bugün de anlayabiliyoruz.

“Devrimci hareketin önderlerini yok ettiler”

Aslında Kızıldere’yi anlatmaktan hiç hoşlanmıyorum. Daha önce de anlatmışlığım var zaten. Girmek istemediğim mesele şu; bunlar öyle şeyler ki, şimdi hayatta olmayan insanların son anlarında ne dedikleri ve ne yaptıkları yakınlarını o kadar yakından ilgilendiriyor ki… Bu konuda öyle ya da böyle demek, bir de kendi vicdanın tersini söylediği halde şöyle demek ya da şöyle dememek. Bir şeyleri atlamak, atlamamak… Bütün bunlar o kadar büyük bir vicdan yükü ki… Ama bu noktaya kadar gelmişken, bu süreci kesip atlayamayız. Bu yüzden birkaç şey söylemek isterim.

Bu süreçte benim açımdan asıl önemli olan, nasıl öldük, nasıl yaşadık meselesinden daha önemli olan şey, devletin bu süreçte esasen tam olarak neyi yapmak istediğidir. Bu bence en önemli yan.

Devletin serinkanlılıkla şu hesabı yaptığını anlamak, devleti anlamak bakımından anahtar değerindedir. Üç tane önemsiz İngiliz istihbarat elemanının imha edilmesi, Türkiye’nin geleceğinde tayin edici rol oynaması muhtemel on devrimciden kurtulma pahasına devletin verdiği karardır. Elbette serinkanlılıkla yapılan hesabın sonucu, bunlar imha edildi. Bu hesabın korkunçluğunu ve aslında bu hesabı yaparken kendilerince ne kadar doğru bir akıl yürüttüklerini yaşadığımız hayat bence bize gösterdi. Çünkü daha sonraki yıllarda devrimci hareketin karşısına çıkan en önemli mesele on devrimciyi kaybetmekten ibaret değildi. Bu, Türkiye’de devrimci harekete bir liderlik krizi olarak döndü. Denizlerin idamı, Sinan Cemgillerin öldürülmesi, Hüseyin Cevahir’in öldürülmesi, Ulaş’ın öldürülmesi ve arkadan Kızıldere’deki katliamla birlikte, önceki yedi-sekiz yıl boyunca yaratılmış olan önderlik kapasitesinin tamamı, devrimci hareket açısından, bir seferde tasfiye edilmiş oldu. Daha sonra Türkiye devrimci hareketinin, birbirini tanıyan, bilen, bir güven bağına, bir vukufa, derinliğe sahip bir liderler grubundan yoksun olarak sürdürdüğü macera çok büyük bir kriz halinde devam etti. O nedenle en önemli mesele bence bu karardı.

Ben doğrusu bu açıdan baktığımda, Türkiye’yi yöneten bütün güçlerin bu kararda ortak olduklarını düşünüyorum, çünkü idamlar karşısında daha büyük bir uzlaşmazlık gösteren İsmet Paşa’nın Kızıldere’deki eylemlerin ardından bu tutumunu tamamen değiştirerek askeri otoritenin önünü açan bir tutum almış olması da son derece önemliydi. Yani diyeceğim şu; Kızıldere meselesi o manada bizim siyasi tarihimizde, sonraki döneme etkileri bakımından son derece önemli.

Şüphesiz devlet orada bir uzlaşmanın olmayacağını biliyordu, zaten bu uzlaşma kapısını kapatmak için bizi tuzağa çektiler. Önce “görüşmek istiyoruz, çıkın” dediler… Mahir eğer kendisini gösterirse derhal vuracaklarını tahmin ettiği için bizlerden birinin konuşmasını istedi ve ben çıktım, konuştum. Daha kafamı çıkarırken makineli tüfeklerin arkasına askerlerin geçtiğini görüp kendimi geri çektim ve iki el silah sesi geldi. Belli ki Mahir diye vuracaklardı. Ama Mahir gene de o makineli tüfeklerin ateşinden kurtulamadı. Biz kendimizi aşağı atabildik ama o orada vuruldu. Tabii o noktadan sonra zaten uzlaşma ve geri dönüş yollarını bizim için kapatmış oldular. Belki şöyle düşünüyorlardı; Mahir’i vurursak geri kalanlar başsız kalır… Ama bilmiyorlardı ki oradaki herkes baştı ve bu, onların düşündüğünün tam tersine teslim olmama kararlılığını en üst seviyeye çıkarttı.

“Bu benim oğlum değil”

Benim sağ kalma hikâyem de şöyle: Devleti yönetenlere istihbarat, on kişi diye verilmiş. Benim o gün sağ çıkabilmiş olmamın nedeni de ellerindeki sayının on olması. Onlar on devrimci, üç de rehine var diye biliyorlar. O katliamdan benim kurtulabilmiş olmam tamamen rastlantıyla ilgili. Birincisi, daha sonra ellerine geçirmek için peşime düşmemiş olmalarının sebebi listede olan herkesi öldürdüklerine inanmaları ve aslında ben de listedeyim, ama birçok arkadaşımızın yüzü tanınmayacak durumdaydı. Ben daha sonra teşhiste gördüm bu tabloyu. O nedenle on cenaze ele geçirince operasyonun tamam olduğunu düşündüler. Birincisi bu. İkincisi; benim o an, arkadaşlarla aynı yerde olmamam. Onlardan iki-üç metre ileride olmam. Eve giriş kapısının önünü tahkim etmişiz, orada arkadaşlar bir yarım daire yapıp oturmuşlar. Ben de arka kapıdan girecekleri düşüncesiyle oraya siper almışım. Fakat bizim düşündüklerimizin ikisini de yapmadılar, havan topu ya da tüfek bombası atışlarıyla evi hedef aldılar. Evi üzerimize çökertmek, evdekileri hep beraber havaya uçurmak ya da dışarıya çıkmaya zorlamak için bu atışları yaptılar. Arkadaşlar içeri girenleri karşılamak için el bombalarının pimlerini çekmiş bekliyordu ki, bulundukları yere isabet eden bir roketle birlikte büyük bir infilaktan sonra el bombaları da patladı ve ben onlardan birkaç metre ileride olduğum için o an o darbeden sağ çıktım. Hemen karar vermem lazımdı; ne yapabilirim? Akla gelebilecek ilk şey oradan uzaklaşmak. Uzaklaşılabilecek en emin yer, evin bitişiğindeki samanlık ve orada büyük bir orta direk var, onun arkasına geçtim, bekliyorum. Ben bilmiyorum ondan sonra ne olacağını. Fakat onlar meğer, daha sonra öğrendiğime göre, evi dinliyorlarmış. Dinleme postaları evde hiçbir hareketin olmadığını söyleyince eve girmeye karar veriyorlar; herkesin hayatını kaybettiği varsayımıyla giriyorlar eve. Benim olduğum tarafa da yöneldiler. “Buraya birileri girmiş olabilir, tara şurayı” dedi biri. Bir yukarı bir aşağı taraftan dizlerimin altından geçti mermiler. Gayet iyi hatırlıyorum zıp zıp diye samanlığa gömülen mermileri… Ve içeriye doğru girdiler. Daha sonra, ben yakalandıktan sonra bir jandarma çavuşu, eve girdiklerinde Saffet’in henüz yaşamakta olduğunu ve onu alnından kurşunladıklarını anlattı bana. Bunu anlatmasının nedeni, benimle yakın bir temas kurmak ve daha sonra sorguda beni yakalayanın kendisi olduğunu anlatmamı sağlamak, böylece eğer başımıza para konmuşsa bu parayı almaktı. Bu vesileyle ondan bu bilgiyi almış oldum. Tabii daha sonra Saffet’in kız kardeşiyle, Fikret’le tanıştık. HDP’de birlikte çalıştık. Öykülerimizi karşılıklı anlatınca o sonunda “Evet” dedi, “ben şimdi anladım Saffet’in başında niye bir kurşun deliği var.” Bu da böyle bir olay işte.

O güne geri dönersek; ben orada ne yapacağımı bilemedim. Çünkü mantığımı kullanarak varsayıyorum ki, bir kişi eksik ve onu arayacaklar. Yani ne yapabilirim? Gelmediler, gelmediler… Akşam karanlık çöktü, köyden çekildiler. Bir türlü hangi ihtimale ağırlık vereceğimi bilemiyorum. Fakat mutlaka dışarıda bir bekleyen vardır diye düşünerek o gece kıpırdamadım, ertesi günü ve bir geceyi daha orada geçiririm, sabah oradan çıkabilirim diye düşündüm ama gün ağarırken anladım ki bu karar da pek doğru değildi. Çünkü köylüler oraya mısır sapı almaya geliyorlardı. Öğretmenlerse, öğrencileri almış getirmişler, “Bakın, siz de sakın böyle olmayın” falan diyerek gezdiriyorlar. Gazeteciler haber yapmaya geliyor vs. Birden ana baba gününe dönmüştü orası.

O sıralarda babam da gelmiş cenazeyi almaya. Çünkü öyle ilan edilmiş. Niksar’da morgda gösteriyorlar, babam diyor ki, “Bunların hiçbirisi benim oğlum değil.” Bunun üzerine babamı tehdit ediyorlar, Nihat Yılmaz’ın cenazesini vermeye çalışıyorlar. Nihat Yılmaz’ı tanımıyorlar, o kayıtlarda yok çünkü. Fakat babam cenazeyi almıyor, bu benim oğlum değil, diye. İtip kakıyorlar, kötü muamele ediyorlar. Ama cesaretini toplayıp kabul etmiyor. Bunun üzerine her ihtimale karşı bir ekip çıkarıyorlar denetime. Aslında harekâtı yapan ekip gelmiş olsa, bugün sizinle konuşuyor olmayabilirdim. Niksar jandarmasından bir ekip geldi. Onlarla yaptıkları arama sırasında karşılaştık ve yakalandım. Hikâye böyle.

“Kontrgerillayı yok sayarak siyaset yapılamaz”

Ardından sorgu başladı. Sıkıyönetim mahkemesinden önce en önemli deneyim kontrgerilla sorguları. Bence hayatta asla başka türlü öğrenemeyeceğim her şeyi bu sorgu sürecinde öğrendim. Bu sorgu sürecinde edindiğim deneyim, benim açımdan daha sonraki pek çok deneyimden daha önemli. Çünkü birincisi; hakikaten bu devletin başkanına bile hesap vermemeye yemin etmiş, devletle anlaşması bu şekilde olan bir kontrgerilla örgütü var. Bu aslında ta İttihat ve Terakki’den beri işbaşında olan Teşkilat-ı Mahsusa’nın bugünkü halidir. Devletin böyle bir örgütünün olduğunu bilmeden siyaset yapmak ya da bunu bildiği halde yokmuş gibi siyaset yapmak bu millete ve devrimci harekete yapılmış ve yapılabilecek en büyük kötülüktür diye düşünüyorum.

Nihayet anladığım şey şudur ki, bütün siyasi süreçler nereye giderse gitsin, sonuçta bu siyasi süreçler böyle bir odağın tasvibi olmaksızın tamamlanamıyor Türkiye rejiminde. Böyle bir rejimle yüz yüzeyiz. Bunu, böyle bir deneyimim olmasa bilemezdim. Bu açıdan kontrgerillanın bence bizim tarihimiz bakımından son derece önemli bir işlevi, mücadelemizde kıyıcı bir rolü var ve bu hesaplaşma yapılmadıkça, hiçbir şekilde istibdatla hesaplaşmış, diktatörlükle hesaplaşmış olmayacağımızı düşünüyorum. Bugün Kürt mücadelesinin karşısındaki tüm kıyıcılığın kaynağında da bu odak var. Bu odağın tercihlerini politika haline dönüştüren politik güçler ikincildir. Süreç buradan başlıyor. İşkenceler vs. bunlar işin uygulama faslı. Evet, onlar sizi yıkmaya çalışıyor, delil temin etmeye çalışıyor, yaşayanları yaşarken öldürmeye çalışıyor ama bütün bunları iki şey için yapıyor: Bir, devrimci odağı yok etmek, ikincisi kendi tercihlerini memlekete dayatmak için.

Sonraki mahkeme süreçleri kontrgerillanın geri çekilmeye zorlandığı koşullarda cereyan etti. Ordunun siyasete hâkim olma amacıyla aday gösterdiği Faruk Gürler cumhurbaşkanlığını alamayınca, süreç geriye doğru çözüldü ve aslında idamla sonuçlanabilecek olan süreçler Ecevit’in af kanunuyla birlikte uzun hapislik sürelerine dönüştü. Şimdi bugünkü süreçlere bakınca, 1970’lerin askeri mahkemelerinin Tayyip Erdoğan’ın özel mahkemeleri yanında daha kurallı mahkemeler olduğunu söylemek çok mümkün. Ama neticede, silahlı mücadeleye girmiş olanlar idama ve müebbet hapse mahkûm oldular, bu açıdan önde gelen sorumlulukları yüklenmemiş olanlar da 74 affıyla çıktılar. Ve bu iş kapandı.

Cezaevi yılları: “Rejim nasılsa cezaevi öyle”

Ben yakalandıktan sonra ilk olarak Mamak Askeri Cezaevi’ne getirildim, oradan İstanbul Selimiye Cezaevi’ne gittim, kesinleşen kimi cezalar için de Topbaşı ve Sağmalcılar cezaevlerinde bulundum. Sonra tekrar Selimiye, oradan Kartal-Maltepe Askeri Cezaevi, oradan tekrar Mamak Askeri Cezaevi, oradan Niğde, oradan Malatya, oradan Gaziantep özel tip cezaevleri… Son olarak 1986’da Antep Cezaevi’nden çıktım. Cezaevlerinde 14 yılımı geçirdim. Eğer Özal infaz yasasıyla uğraşıp indirim yapmasa 16 yıl, yani iki yıl daha yatacaktım, daha önce çıkmış oldum.

Hapishanede zamanımı pek çok kişi gibi kitap okuyarak, yazıp çizerek, kitap çevirerek geçirdim. Kitap çevirdiğim dönem, resmi adıyla Kıbrıs Barış Harekâtı, yani Kıbrıs işgali dönemiydi. O zaman İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’na hem Ecevit’in sevdiği bir komutan getirilmişti, hem de idareciler cezaevlerindeki siyasilere biraz mağdur muamelesi yapıyorlardı. Belli sınırlar dahilinde tabii. O dönemde Karl Marx’ın biyografisini çevirdim.

Tabii yazılar yazıyorduk. Ben herkesin okuduğu yazılar yazmadım pek; daha çok siyasi dergilere, devrimci hareketin dergilerine çeviriler yaptım, teorik yazılar yazdım. Yaygın okuyucu kitlesi tarafından okunan popüler yazılar daha sonra, 80’lerde… Daha öncesinde “ağır” yazılar yazılıyordu. Cezaevinde bazen şartlar el verir, bunları yapabilirsiniz, bazen de bir kurşunkaleme muhtaç kalabilirsiniz. Uzun yatarsanız bunların hepsini görebilirsiniz. Bazıları çok iyi zamanda, bazıları çok kötü zamanda yatabilir, buna bağlı olarak da herkesin cezaevi tanımı değişik olabilir. Ben her şeklini gördüğüm için, rejim nasılsa cezaevi öyle diyorum.

Niğde Cezaevi’ne geldiğimizde Ecevit hükümeti vardı, Mehmet Can da Adalet Bakanı. Mehmet Can’ın özel kalem müdürü de daha önce Selimiye’de birlikte hapis yattığımız, yargılanıp res’en emekli edilmiş üsteğmen Atilla Özsever… Mehmet Can’ın yanında Atilla Özsever koğuşa girince herkes gülmeye başladı. “Devlet adamı olmuş bizimki” dedik. O zamanlar iyi zamanlardı. Cezaevinin iyisi de nasıl olursa…

Niğde Cezaevi Tüneli: “Güzel bir başarısızlık”

Biz, 1980’de Niğde Cezaevi’ndeydik. 12 Eylül’ün geleceğini anladık ve buna hapiste yakalanmak istemedik. O yüzden çok çalıştık, 30 Ağustos’tan sonra olur bu darbe diye düşünüyorduk. Nitekim öyle oldu.

Pusulayla yön tayin ediyorduk. Fakat maalesef tünelin içine döşediğimiz elektriğin manyetik alan yaratıp pusulayı saptıracağını düşünemedik. Böyle olunca da erken açtık ağzını ve mahkûm edebiyatında dendiği gibi, tünel patladı.

Ama gene de Niğde tüneli hikâyesi güzel bir başarısızlıktır. Dünyanın en önemli tünellerinden biridir. (Gülüyor) Yaklaşık üç aya yakın zaman kazmıştık. 100 metrelik tüneldi ama işte her gün bir metre falan kazmışız. Çünkü çok sert topraktı. Öyle çabuk kazılmıyordu. O kadar sertti ki herkesin elleri yara olmuştu. Kimseye sezdirmeden o kadar toprağı koyacağımız yeri bulduk. O toprak hâlâ cezaevinin içinde. Belki daha sonra bulmuşlardır ama en azından biz oradan gidene kadar bulunmamıştı.

Ve dışarısı: Bahçelievler’de bahçesiz evler

Uzun bir hayatı kısa konuşmak zor maalesef. Dışarı çıktığımda nasıl bir Türkiye bulduğuma geleyim. Şunu söyleyebilirim; 1971 ile 1984-1986 arasında geçen zamanda Türkiye hakikaten önemli bir değişim geçirdi. Hem gündelik hayat hem de iktisadi yaşantı bakımından bu değişimi fark etmeme yol açan birkaç gösterge var. Biri, cezaevinden çıktığım günlerle alakalı. Cezaevinden çıkacağımı öğrenen annem ve kız kardeşim gelip beklediler cezaevinin önünde, ama beni çıkarmadılar, bir hafta sonra dediler ki “Belli değil ne zaman çıkacağı”. Onlar da geri döndü. Ertesi gün, beni tahliye ettiler. Bunun üzerine yalnız başıma otobüsle Ankara’ya geldim. Ailem Ankara’daydı. Bildiğim sokaklara geri dönüyorum diye düşünüyorum ama hiçbir sokak bildiğim gibi değil. Biz Bahçelievler’de oturuyorduk, adı üzerinde, bahçeli evlerden oluşan bir semt. Baktım ki, bütün bahçeli evler bahçesiz apartman olmuş, sokakları tanımam imkânsız. Hatta sokaklar sokak olmaktan çıkmış, dehşete düştüm. Çelikten bir ırmağın içerisine düşmüş gibi, sağlı sollu bütün kaldırımlara yerli montaj otomobiller yığılmış. Her evin önünde birden çok otomobil var ve otomobilli hayat Türkiye’de çoktan başlamış. Apartmanlı ve otomobilli hayat genel olarak Türkiye’de egemen hayat şekli olmuş. Bu tabii çok çarpıcıydı.

Eski ve değerli bir mücevher kutusu gibi

Daha çarpıcı olan bir başka şey de, eski arkadaşlarla görüşmeye başlayınca karşıma çıktı. Ben hapse girerken herkes ilk evliliğini yapıyordu. Aradan geçen on beş yılın ardından herkes çoluk çocuk sahibi olmuştu ve herkes ilk boşanmasını yapıyordu. Herkes arkadaş rolünden anne-baba, işadamı, işkadını rollerine geçmişti. Müesses nizam aslında yeniden şekillendirmişti herkesi. Fakat ben bunu, onlarla ilgili bir eleştiri olarak söylemiyorum, çünkü çok içten bir sevgiyle herkes kucakladı beni ve sonraki hayatımı çok kolaylaştırdılar. Yani hep içlerinde benim için ayrılmış bir yer vardı; Ertuğrul çıkacak ve tekrar görüşeceğiz diye. Bu hayatın çok dokunaklı bir tarafı tabii. Tıpkı şunun gibi; artık başka bir hayat yaşarken önceki hayattan kalmış bir mücevher kutusunu saklamak gibi. Yoksa hayat başka türlü akıyor artık.

Tabii bu beni ister istemez, sonraki hayatımı siyaseten yeniden düşünürken başka bir iklime, başka bir coğrafyaya, başka bir insan ilişkileri toplamına yönelmem konusunda uyardı. Evet, herkesle biraz vakit geçirebilirsin, biraz evlerinde kalabilirsin, biraz eskileri yâd edebilirsin ama ertesi gün yapılacak işler bakımından bir ortak program yapamazsın. Bunları yapabileceğin insanlar ya hapisteler ya ülkeyi terk ettiler ya da henüz ortaya çıkmamışlar. Sonraki dönem, bu açıdan tüm bunları arama bulma dönemi idi. Tabii ki ihtiyatlı bir biçimde. İşte yazarlık, yayıncılık hayatı ondan sonra başladı.

Sosyalizm Ansiklopedisi: Deneyim ışığında tarihe bakmak

Doğrusu o dönem, verdiğim en doğru kararlardan birisinin, henüz yeni bir suç işlemediğim için beni hapse sokmak için arayan bir polis teşkilatı olmadığından, bana yapılan Türkiye’yi terk etme tekliflerini reddetmek olduğunu düşünüyorum. Bu açıdan doğru olanı yaptım ve bu bana çok büyük bir siyasi ve entelektüel servet olarak geri döndü. O dönemin en önemli işlerinden birincisi, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi. İletişim Yayınları hiç de kârlı gözükmeyen bir yatırımı sırf ortak ilgilerimiz dolayısıyla bana teklif etti ama sonradan yaptığımız şey bana önerilen şey değildi. Bir Fransızca yayının Türkçe çevirisine yönetmenlik yapmam teklif edilmişti. Fakat ben işe bakınca dedim ki, biz bunun daha iyisini yaparız. Çünkü Avrupa merkezli, Avrupa’da da Fransa merkezli bir yayına bizim devrimci hareketimizin, toplumumuzun, entelijansiyamızın ihtiyacı yoktu; bizim kendimizi anlatmaya ihtiyacımız vardı. Kendi deneyimimiz ışığında tarihe bakmaya

O yüzden bu ansiklopediyi benim hayatımın en önemli işi olarak görüyorum. Maalesef şimdi yeni baskıları yapılmıyor ama bu o zaman Türkiye solu açısından çok derleyici, toparlayıcı bir işlev gördü. Bütün deneyim sahipleri hep birlikte bunu gerçekleştirmek için katkıda bulundular. Yazar listesine baktığınız zaman eksik hiç kimseyi görmezsiniz. Yani büyük aile fotoğrafındaki herkes oradadır. Bu açıdan bizim için çok büyük bir başarıydı; evet, arada anlaşmazlıklar oldu ama sonunu getirdik doğrusu. Tabii ansiklopediyi yaparken çok iyi insanlarla tanıştım. Onlarla siyasi serüvenimiz de aynı istikamette oldu. Ve bu süreç aslında sosyalist hareketin kendisini yeniden düşünme süreci oldu ve elbette bir yeniden örgütlenme tartışmasıyla da paralel gitti. Kuruçeşme toplantıları, solun yeniden örgütlenmesi meselesi o zamanın gündemindeydi.

Kürt özgürlük hareketi

Fakat birden, güm diye Türkiye gündeminin ortasına bir gerilla harbi çıktı geldi. Kürtler bütün varlıklarıyla ve kimlikleriyle siyasi denklemi değiştirmeye başladılar. Doğrusu bugün baktığımda, ansiklopedinin ona da yanıt verdiğini görmekten çok memnunum. Yazar kadromuzda Abdullah Öcalan da vardı. Kürt mücadelesinin kökenleri ve sürecine dair o zaman için mümkün olabilen tüm bilgileri topladık, ama tabii ansiklopedi için halletmesi kolay olan bir mesele siyaset için çok kolay olmadı. Çünkü bir tabunun kendisi siyaset haline geldi.

Kürt meselesi önceki yıllar boyunca, solcuların kendi aralarında konuştukları ama toplumda bir karşılığı olmayan, genel politika içinde yeri olmayan bir meseleyken, artık apaçık bir silahlı çatışmanın eşliğinde Türkiye’nin merkezi meselesi haline gelmişti ve her türlü siyasi girişimde bu boyut, başlı başına bir yer işgal ediyordu. Bunu hesaba katmadan yapılan bütün girişimler siyaseten gelip bir duvara çarpıyordu ve ilk deneyim, Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) deneyimi bu gerçekliği nasıl kucaklayacağına dair bir perspektiften yoksun olduğu için çok fazla uzağa gidemedi ve bir araya gelenlerin çoğu dağıldı. Ve bir yeni dağınıklık döneminden sonra bugün geldiğimiz yere, Halkların Demokratik Partisi (HDP) sürecine geldik.

Tabii HDP’den önce HEP, DEP, HADEP, BDP var ama Kürt mücadelesinin kendi serüveni o. Ben soldan, bu taraftan bakıyorum. 1995’ten başlayan ve Türkiye solunun enternasyonalist diyebileceğimiz kesimlerinin DEP deneyiminden başlayarak Kürtlerin girdiği bütün seçimlere onlarla ittifak halinde girmeye gayret etmesi, bence çok esaslı bir gelenek oluşturdu. Halkların Demokratik Partisi oluşmadan önce BDP ile, ondan önce de DTP, DEHAP ve HADEP’le ortaklık süreci yaşandı ve bir ortak politik girişim her zaman gündemdeydi. Fakat yine de o Kürt hareketinin kendi iç dinamikleriyle ilgiliydi. Bir ortaklık süreci ve önerisi Kürtlerden ve onların uygun bulduğu bir model üzerinden gelmedikçe her zaman bir dayatma halini alıyordu. O yüzden kolayca gerçekleşebilen şeyler değildi.

“Milletvekili olmayı aklımdan geçirmedim”

Aslında ben hiçbir zaman milletvekili olmayı aklımdan geçirmedim. Yaptığım işten çok memnundum. O arada Sosyalizm Ansiklopedisi’nden sonra pek övünebileceğim ikinci bir şey de yapmıştım. Nadire Mater’le beraber Bağımsız İletişim Ağı adıyla özgür habercilik ilkesini benimseyen bianet haber portalı sürecinin bütün aşamalarında rol almıştım. Yeni mecralar oluşturmak, haberciliğin kendisini değiştirmek konusunda yaptığım işlerden çok memnunum ve parlamento dışı siyasetin hep esas olduğunu düşünegeldim.

Fakat 2007 seçimlerinde ve 2011 seçimleri öncesinde Kürt özgürlük hareketi yeni bir atak başlattı. Kendi varlık ve iddiasını Türkiye siyasetinin merkezine, içine doğru yerleştirmek bakımından solla birlikte bir yeni ortaklık süreci hamlesi içerisine girdi.

Biz o zaman Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nden ayrılmıştık, kendi başımıza Sosyalist Emek Hareketi olarak 2007 seçimlerine giriyorduk. O zaman ben kendim önerdiğimi hatırlıyorum: Emek Partisi, Sosyalist Demokrasi Partisi ve Özgürlük ve Dayanışma Partisi başkanlarını versinler arkadaşlarımıza ve bunlarla birlikte parlamentoya girsin diye… Sonuçta 2011’de bu öneri önümüze geldi ve Selahattin Demirtaş’la Gültan Kışanak, Demokratik Toplum Partisi olarak İstanbul’da sosyalist hareketlerin ortak toplantısına gelip şöyle dediler: “Biz bir kişiyi sizin adınıza meclise taşımak istiyoruz. Bunun kim olacağına karar verin.”

O zaman da yine gözler bana döndü ve ben aslında bundan kaçınmak istedim. İki sebebi vardı: Birincisi, Kürt halkının buna razı veya hazır olup olmadığını bilmiyordum ve bunu bir çeşit, onlara ait olan bir hakkın onlara danışılmadan kullanılması gibi gördüm. Böyle algılanabileceğinden endişe ettim.

İkincisi, bu benim kendi yürüdüğüm mecraları terk etmem anlamına geliyordu. Ben hiçbir zaman bu manada profesyonel bir politikacı olmadım. Evet, kendimi devrimci saydım ama merkezi politikanın içerisinde her gün aynı şeyleri düşünmek ve yapmak gibi profesyonel bir iş benim hayalimden geçirdiğim bir iş değildi. Bundan kaçınmak istedim fakat kaçınamadım. Benim de aralarında olduğum bazı arkadaşlarım mutlaka bu süreçte yer almamız gerektiği konusunda çok ısrarcı oldu; bu durumda hayır dememiz söz konusu olmadı. Tabii bu adımı atınca, bunun gereklerini yerine getirmek gerekiyordu. Yine taç giyen baş akıllanır prensibince, bu doğrultuda neler yapılacaksa yaptık. Fakat yine de şunu söylemeliyim ki, mevcut politikanın gereğini yapmadık; yani biz bir kalıbın içerisine girmekten çok, içerisine girdiğimiz kalıbı, parlamenterliğin ve milletvekilliğinin kalıbını değiştirdik. Öyle olmasaydı bu kadar büyük bir hırsla meclisten dışarıya kovalama, hapsetme, bu kadar hapis yatmışken daha da yatsın, hatta hapiste ölsün diyerek üzerimize çullanma olmazdı. Ben bu açıdan parlamentoculuğu ve milletvekilliğini de dönüştüren bir süreç yaşattığımızı, bunun Türkiye muhalefeti açısından Türkiye İşçi Partisi’nin 1965’teki meclis deneyiminden sonra en önemli deneyim olduğunu söyleyebilirim. Ve tabii ki seçmenler… Çünkü artık seçmenlerimiz oldu, insanlar bizim için kampanya yürüttüler, oy verdiler, talepte bulundular. Onların takdiri; ben kötü bir şey yapmadım diye düşünüyorum ama onlar ne der, bilmem.

10 karanfil

Parlamentoda yemin ettiğim güne dair de ilginç bir hikâye var. Bir arkadaş dedi ki bana, “Meclise giriyorsun, herkes biliyor ama sen ta Kızıldere’den buraya geldin. Bu çok büyük bir şey. Kurşuna dizilmiş olan insanların arasından kurşuna dizilebilecek olan biri olarak çıktın geldin ama şimdi Türkiye’yi yönetme mekânında söz sahibisin. Bu büyük bir şey, bunu hatırlatmamız lazım insanlara. Bence 10 tane karanfil al, öyle çık kürsüye.” Bunu düşündüm taşındım, çok gösterişli geldi bana, daha sade bir şey olabilir mi dedim. Tasarımcı bir arkadaşım var, hapisten çıktıktan sonra arkadaş olduk. Onun hayat arkadaşı, bu tip tasarımlar yapıyormuş, “Ona söyleyeyim, böyle bir şey yapsın” dedi. Eh, çok iyi olur. Ama ben daha küçük bir şey bekliyordum, beklediğimden daha büyük, broş gibi bir şey geldi ama dedim bir günlüğüne arkadaşlarım için broşa katlanabilirim. Bunu yakama takmam, oraya sokmam lazım. Tabii olanlar oldu, herkes önemsedi. Evet, bu bir haksızlık ve adaletsizliğin protesto edilmesidir ve eğer vekillik haksa önce onların hakkıdır diyerek bunu iyi karşıladılar. Ama kimileri de, gerillacıların burjuvazinin parlamentosunda ne işi var, dediler. Fakat o tarihte de dünyada, aslında gerillalar parlamentoya dönüyordu tümden. Bu genel bir trenddi. Ben aslında o tarafını çok düşünmemiştim ama böyle eleştiriler de oldu. Onları da anlıyorum. Ben 22 yaşında olsaydım beğenmezdim yaptığımı ama 2011’de bunu yapmazsam o zaman da kendimi beğenmezdim.

“Medyanın hali şaşırtıcı değil”

Havuz medyası diye adlandırılan medya, aslında uzun zamandır perşembenin gelişini gösteren bir çarşamba halinde... Bizim öteden beri yaygın medyanın dışında bir yerde habercilik mecraları açmaya çalışmamızın sebebi bu. Türk medyası her zaman oligarşinin, büyük sermayenin ve devletin denetimini hissetmiştir. Ona bağımlıdır. Çünkü Türkiye’de esasen sermaye devlete bağımlıdır. Dolayısıyla gazetecilik işi de, business olarak her zaman kâğıdı temin etmek, gazete dağıtımını gerçekleştirmek, kredi temin etmek ve benzerleri bakımından iktidarlarla şu veya bu biçimde ilişki içindedir. O nedenle bağımsız bir ana akım gazetecilik belki Türkiye’de hiç olmadı desek yeridir. Fakat şöyle söylemek mümkün; mesela ben ilkokul öğrencisiyken gazetecilik, bu işi yapanların kendi bildikleri gibi yoğurdukları ve tekrar halka sattıkları bir mecraydı. Bu kişiler sadece gazetecilik yapıyorlardı, başka da bir şey yapmıyorlardı. Bildikleri iş buydu. Fakat Özal’la birlikte, -arada geçen bütün süreçleri atlıyorum- medya, gazetecilik, habercilik işi bir büyük yığışmanın içinde bir paya sahip oldu. Eskiden olduğu gibi artık gazete satarak gazeteyi döndürmek mümkün değildi. Reklamlarla da medyayı döndürmek mümkün değildi. Aslında medya, sürekli olarak, kazandığından fazlasını harcayan bir mecraydı, o yüzden de büyük mali yapılar içerisinde iş görüyordu. Özal dönemiyle birlikte medya sahiplerinin ellerindeki bir silaha dönüştü. Hükümetleri düşürüp kaldırdıkları veya diğer sermaye gruplarıyla savaştıkları bir silaha… Dolayısıyla gazetecilik de ister istemez onlarla birlikte karakter değiştirdi ve nihayet medya, para ve gazetecilik arasında kopmaz bağlar kuruldu. Bu çürüme bir kere başlayınca bunun sonu yok. O bakımdan bugünkü sonuç şaşırtıcı değil.

Tayyip Erdoğan da o zaman dedi ki, niye hepsi benim olmasın? Madem herkese çalışıyorlar, bana da çalışsınlar. İşte Cem Küçük, Ahmet Hakan’a bu süreci çok iyi özetledi hatırlarsanız; “Sen o zaman Aydın Doğan’ın kapısında, onun köpeğiydin, şimdi bizim köpeğimizsin” dedi. İlişki böyle özetlendikten sonra bize diyecek bir şey yok.

“Birlikte bir paralel evren oluşturuyoruz”

O çerçevede ben bugün hâlâ habercilik, gazetecilik faaliyetine devam edebilen gazetecilerin, yeni bağımsız mecralarda ve sosyal medya üzerinden kendilerine yeni kanallar açmış olmasalar gazeteciliğe devam edemeyeceklerini düşünüyorum. İşte sizinle onun için burada, bu kanalda konuşuyoruz. Şimdi Türkiye’de sizin dışınızda hangi yaygın medya mecrası bende bir haber değeri bulabilir veya benden bir şey öğrenmek isteyebilir? Çünkü bu bilgileri veren birinin yeri ya hapishane ya da tımarhane onlara göre. O nedenle biz bir paralel evren oluşturuyoruz hep beraber; habercisiyle, haber konusu olanlarla birlikte… Ve böylelikle yeni bir Türkiye ve yeni bir dünya inşa ediyoruz.

Artık o eski dünyaya asla geri dönülmeyecek. Şu iki sebeple: Bir, böylesine batmış olduğu için o medyaya artık bir daha kimsenin ihtiyacı olmayacak. İkincisi, artık insanlar haberlerini kendileri seçip kendi mecralarını yaratabilecekleri bir yeni ilişki ağına sahipler. Sosyal medya bu açıdan son derece mühim ve nihayet sonuncusu, şimdi elinde bir akıllı telefonu ve internet bağlantısı olan herkes birer gazetecidir. Aslında son zamanların bütün demirden haberlerinin yurttaşlardan geldiğini siz benden daha iyi izliyorsunuz. Günümüzün en önemli demeçleri ya da anekdotlarının kaynağı onlar. Madencilerin Ankara’ya yürüyüşü sırasında alay komutanına çekilen fırçanın haberini kim yapabilirdi o madencilerden başka? Şimdi o haber başköşede, o madenci de baş görüş sahibi… Öyle mi alay komutanı?

“Siyaset özel hayattan çalar”

Bir devrimcinin, devrimci bir milletvekilinin özel hayatını merak edenler oluyor tabii. Ama magazine girmeyelim. Elbette ki herkes için olduğu gibi, hayatın her yönü devrimciler için de aynen geçerli. Burada bir değişiklik, bilinmeyen bir hikâye yok aslında. Fakat şöyle bir şey; bu biraz gösteri dünyasına çok fazla yaklaşmakla ilgili, yoksa dönüp baktığınız zaman, en ağır başlı devrimci kimdi? Lenin’di. Dönüp Lenin’in yakınları onu ve birlikte yaşadıkları hayatı anlatmaya başlayınca bu hayat hiç de Sovyet devletinin anlattığı Lenin’in hayatına benzemiyor. Çok daha başka, çok daha canlı, çok daha sıradan, çok daha yatay bir hayat, o kadar dikey değil. Bu tabii bizim hayatımızda da böyle. Fakat şöyle bir yanı var ve bu yabana atılacak bir şey değil; kendinizi içine attığınız mücadelenin talepleri o kadar fazla ki bunları yerine getirmemenin ya da bunun gereğini yapmamanın sürekli olarak bir eksiklik duygusu yarattığını, bu yüzden de onun talep ettiği zamanın ve ilişkilerin size ait olandan çalındığını kabul etmeniz lazım. Bu böyle…

Ama mesela çok hareketli mesleklere mensup olan insanların hayatı da biraz böyle aslında. Yani o kadar bilinmeyen şeyler değil. Mesela hekimler… İşlerini evlerine götürürler ister istemez. Gece yarısı yataklarından kalkıp bir hastanın yanına koşarlar vs. Bu bizim için de böyle. Herkes beni istediği saatte arar mesela, herkes telefonumu bilir, milletvekiliyken de arayabilir. Sizin ona diyebileceğiniz bir şey yok, diyemezsiniz. O sırada evde eşinize “Ya bir dakika, şimdi o hikâyeyi bırak” diyemezsiniz. Tam tersi de öyle, sizi arayana “Ben şimdi eşimle konuşuyorum, size yanıt veremem” diyemezsiniz. Mecbur vereceksiniz. Tabii ki bu her zaman anlayışla karşılanmayabilir. Çünkü özel hayat diye de bir şey var. Ama devrimciler ve genel olarak aktif siyasetle uğraşanlar ister istemez özel hayatlarından çalarak kamusal hayata zaman ve ilişki aktarıyorlar. Çaresiz bir şey; başka türlü nasıl yapılabileceğini bilmiyorum.

“En engelsiz ilişki sosyal medyada”

Özel hayatımda başkalarının ilgisini çeken yanlarımdan biri, güzel yemek yapmam. Aslında hapis yatan herkes yemek yapmayı mecburen öğrenir. Şimdi tabii cezaevlerinde yemek yapamazsınız ama eskiden yapılıyordu. Bir de ben çocukken, biz evden fazla uzaklaşmayalım diye gündelik işlere annem bizi ortak ederdi. Sebze ayıklamak, arada soğan kavurmak vs. Çocukluktan beri de bildiğim şeyler yani. O yüzden aç kalanları doyuruyoruz. Yani bizim eve gelen aç gitmez.

İkinci bir yanım; fotoğraf merakım. Ben mimarlığın yanında sinemacılığı da çok istemiştim. Ama karar veremedim, Türkiye’de sinemacılığın çok gelişme alanı yok diye. Yani insanın geleceğini güvencede görebileceği, kolay intisap edilebilecek bir mecra olmadığı için oraya çok yanaşmadım ama hep sinemacılığa ve dolayısıyla fotoğrafa ilgim vardı. Bu akıllı telefonlar çıkınca, her şey kolaylaştı. Nasıl herkesi medya muhabiri haline getirdiyse herkesi de fotoğrafçı kıldı. Doğrusu bazı akıllı telefonların kameraları profesyonel makinelerden de iyi. O açıdan tabii bana kolaylık sağladı. Fotoğrafçı dediğiniz insan ışıkla, gölgeyle, konuyla zihni meşgul olan bir insandır. Ben biraz böyle şipşakçıyım… Öyle gözüme ilişeni çekiyorum. Görüntünün peşinde koşmuyorum da görüntü bana geliyor. Gelince de…

Sosyal medyayı aktif kullanıyorum. Ama bu tamamen kendini anlatmakla ve başka mücadele vasıtalarının sınırlanmış olmasıyla ilgili. Öte yandan, sosyal medya takipçileri genellikle siyasete ilgi duyan, nispeten daha faal kesim. O yüzden onlarla başka türlü kuramayacağınız bir ilişki sağlıyor. Ben bunun önemli olduğunu düşünüyorum. Yani hem haber almak, hem haber üretmek, hem de bir polemiği sürdürmek bakımından. Tayyip Erdoğan şimdi çok memnun, bizi o televizyonlara çıkartmıyorlar diye… Ama biz, o televizyonları zaten hiçbir zaman izlemeyecek olan insanlarla kurabileceğimiz en engelsiz ilişkiyi burada kurabiliyoruz.

“Sebep olanlar utansın”

Son bir buçuk yıldır Covid dolayısıyla herkesin günleri birbirine benzedi. Genel olarak dışarı çıkılamıyor. Dolayısıyla mekânın neresi olduğu, Almanya mı, yoksa Afganistan mı veya İstanbul mu olduğu arasında pek fark kalmadı. Çok acil işler dolayısıyla görüşmek veya büyük çaplı işlere girmek bakımından bir fark var ama gündelik hayatı sürdürmek bakımından hepimiz eşitlendik. Bu açıdan eskisinden çok daha fazla görüş alışverişinde bulunmak zorundayım, hem de buna çok fazla maruz kalıyorum ama bundan şikâyetim yok. Bu bana gündelik olan biteni izlemek için çok büyük fırsatlar sağlıyor. O yüzden günün bir bölümü, sizinle yaptığımız gibi, böyle görüşmelerle geçiyor.

İkincisi, Marx’ın biyografisini yeni baskısı için bir kere daha gözden geçiriyoruz. O belli bir zaman alıyor. Gazete Yeni Yaşam’a yazıyorum. Tabii Nilüfer’in sorularına cevap vermem lazım, çünkü onun buraya gelmesine mevzuat el vermiyor. O yüzden bu konuyla ilgili bir mesai harcamam lazım. Partiyle her gün ilişki halindeyiz. Burada benim bulduğum şehirde aktif bir siyasi hayat yok. Bu hem kötü, hem iyi. Daha çok memlekete odaklanmak durumundayım. Bu bakımdan, iyi koşullarda yarı açık cezaevi yaşantısı olduğunu söyleyebilirim. Sebep olanlar utansın, ne diyeyim?

“Sayısını bilemeyeceğim kadar çok dava var”

Çok çok fazla, sayısını benim bile bilemeyeceğim kadar çok açılmış dava var. Tayyip Erdoğan’ın, sarayın talimatları üzerine bütün emniyet teşkilatı şöyle bir işle uğraşmış; dönüp arşivlerindeki bütün kayıtları çıkartmışlar ve bunları santim santim keserek, her bir santimine bir iddianame düşecek şekilde düzenlemişler.

Düşünün mesela, İzmirli olup da İstanbul’da polis operasyonunda öldürülen bir genç kadın var; Dilan Kortak. Bu kadın infaz edildi. Vücudundan beş kurşun çıktı ve kendisinin bir silahlı çatışmaya girdiğine dair hiçbir kanıt yok. Böyle bir polis beyanı yok, görgü şahidi yok. Bu genç kadın, HDP’nin seçim kampanyasında İzmir’de, yani benim aday olduğum bölgede çalıştı. Böyle ufacık tefecik, zekâ dolu bir genç kadın. Öldürüldü. Onun cenazesinde konuşma yapmıştım. Tekrar baktım konuşmaya, hakikaten kendimi takdir ettim; çenemi tutmuşum, söylenebilecekleri söylemişim… Bir tek kelime fazlası yok. Ama o da yetmemiş. Suçu ve suçluyu övmek, devlet başkanına hakaret etmek, bir ondan dava, bir bundan dava… PKK’yi savunmaktan bir dava… Halkı isyana çağırmaktan… Bir konuşmadan dört tane dava çıkarabilir mi insan? Sonuçta bu türden bütün video kayıtları birer dava haline gelmiş durumda ve bunlar yetmiyormuş gibi şimdi bir de Kobani davası diye açmışlar, Meclis’te yapılan konuşmayı utanmadan sıkılmadan getirmiş iddianameye koymuşlar. Demişler, bu suç kanıtıdır. Meclis konuşması suç kanıtı olursa artık memlekette, öyle bir memleket olmaz. Bütün bunlar o kadar büyük bir zaman kaybı ki… İnsanın zamanını çalıyor, bunların savunmalarıyla uğraşmak, boş laflara cevap yetiştirmek… Hep diyorum ki bunlar siyasi manada biber gazı. Çünkü biber gazını size sıktıkları zaman kendinizden başka hiçbir şeyle uğraşamazsınız o an için. Bunlar da işte bize her gün siyasi biber gazı sıkıyorlar. O dava, bu dava… Öyle gidiyor.

Tam bir rejim değişikliği olmadan bunların sonu gelmez. Yani adli yollarla başa çıkılacak davalar değil. Biz onların duymak istemedikleri hakikatleri söylemeye çalışıyoruz. Ben ülkedeyken, durum öyle bir hal almıştı ki artık, sırnaşık görevliler “Beraber savcılığa gitsek” diyorlardı. Ben giderim savcılığa, size ne gerek var? Her gün bunlara maruz kalınca, insanın tiksintiyle yaşayacağı bir hayat oluşmaya başladı. Sürekli olarak kapınızda sırnaşık görevliler. O nedenle ben, vekil olarak görev yapmış insanların yaptıklarının kendilerine böyle suç olarak döndüğü bir süreçle normal yollardan başa çıkılabileceğini düşünmüyorum. Bu nedenle olağanüstü bir hamle gerekiyordu çaresizce, işte o da bir kol boyu mesafe almak. Lenin hep böyle der. [Onların] elinin uzanamayacağı yer. Bunu yaptık.